Alemi ahmak, kendini akıllı sanan işgüzarların yarattığı kaos dünyasında gerçekten de aptallar akıllıların ekmeğine yağ sürüyor, hem de ballısından ve bol tarafından…
2001’de tarihe 9/11 diye geçen ve New York’taki İkiz Kuleler’e yapılan saldırıyı hatırlarsınızdır…
Bu konuyu geçmiş yazılarımda defaeten yazmıştım ve bu olaydaki akla hayale sığmayan, ama hiç de sorgulanmayan anormallikleri ve aktörleri bir bir sıralamıştım.
Bugünkü yazımda da kısaca o sürece de değineceğim ve bugünkü virüsten kaynaklanan kaos sürecine bağlayacağım.
O gün kulelerde çalışan dört binden fazla Yahudi işe gitmemişti, her nedense…
Uçaklardan ikincisi kuleye dalmış, kanatları kusursuz bir şekilde kuleyi ortasından biçmiş, kulenin çelik kolonlarını doğramış, yan tarafından çıkmış, uçağın burnu ise en ufak bir hasar almadan kulenin diğer tarafından çıkmış, tam uçağın burnu kuleden dışarı çıkarken de uçağın içerde kalan kısmı kulenin ortasında infilak etmişti…
Dirençli alüminyumdan yapılan uçak gövdesine ufak bir kuş bile çarptığı zaman uçak ciddi hasar alır, hatta yamyası olur.
İnternetten araştırabilirsiniz, kuş çarpan uçak diye yazarsanız, karşınıza bir yığın yamulmuş uçak çıkar.
Kulelere çarpan uçaklar nasıl uçaklarsaydı, kanatları bile betonu ve çelik kolonları kusursuz bir şekilde biçiyor, geçiyor, burnu diğer taraftan en ufak bir hasar almadan çıkıyordu ve gövdesi kusursuz bir zamanlamayla bina içinde patlıyordu…
Dahası, ikinci uçağın arkasından gelen ve bir piyade tüfeğinin mermisinin nerdeyse iki kat hızında, saniyede neredeyse iki kilometreye yakın bir hızla uçan, çıplak gözle görülmesi neredeyse imkansız, kanatları öne doğru dönük, kısacık kuyruğu olan, ufo benzeri bir uçan cisim, patlamadan kaynaklanan bulutların arasından hızla geçiyordu ve yukarı doğru yükseliyordu…
Bunları nasıl mı gördük?
Farklı açılardan çekilmiş filmleri saniyenin yüzde biri kadar yavaşlatarak, filmleri milim milim inceleyerek gördük…
Aynı şekilde, Pentagon’a yüksek hızlı bir uçak çarptığını ve uçağın tuzla buz olduğunu da iddia etmişlerdi.
Pentagon’a çarpan uçak filan da yoktu, patlama anını yine saniyenin yüzde birine kadar indirdik ve patlamanın binanın içinden dışına doğru geldiğini, damın da o patlama sırasında çöktüğünü, binaya vuran uçağın veya başka bir uçan cismin aslında hiç olmadığını gördük.
Zaten Pentagon binasının içindeki hasarla ilgili en ufak bir görüntü de mevcut değildi.
Diğer taraftan, olaydan üç gün önce İkiz Kuleler’deki tüm güvenlik önlemleri geri çekilmiş, hergün binalar açılmadan köpeklerle yapılan bomba veya patlayıcı arama işlemleri de durdurulmuştu…
Kulelerin böyle bir çarpmadan veya yangından yıkılması da olanak dışıydı.
Nitekim, kuleler çökerken yakın çekimde bakıldığında alt katlarda kademeli olarak patlamaları görmek de mümkündü, yani sistematik olarak alt katlarda patlayıcılar patlıyor, kuleler de kontrollü şekilde çöküyordu.
Köpekli patlayıcı kontrollerinin üç gün önce durdurulmasının sebebi köpeklerin önceden bina içlerine yerleştirilen patlayıcıların kokusunu almalarını engellemek olabilir miydi, elbette ki olabilirdi…
Ve softa şaşırtmasında son nokta, kuleler olaydan kısa süre önce değerlerinin üç katı üzerinde terör saldırısına karşı sigortalanmışlardı, olay ortaya çıkınca sigorta şirketi mahkemeye gitti ve kavga gürültü, kulelerin değerinin iki katını kule sahiplerine ödemek zorunda kaldı.
Peki kulelerin güvenliğini sağlayan şirketin önemli ortağı kimdi?
Amerika’nın gelmiş geçmiş en beceriksiz başkanı olarak kabul edilen ve keza bir mahalle bakkalını bile yönetecek kabiliyeti olduğu şüphe götüren Bush’un yeğeni idi…
Uçakların havalandığı havalanlarının güvenliklerinden sorumlu olan şirket de yine Bushların akrabalarının elindeydi.
Saldırıyı yaptığı iddia edilen El Kaide örgütünün Suudi kökenli lideri Bin Laden’in ailesi de Bushların petrol işinde Amerika’daki en büyük ortaklarıydı.
Bu aile üyeleri saldırıdan bir gün önce Amerika’dan özel ajanların eşliğinde İngiltere’ye gönderildi, ve yine aynı gün Suudi elçiliği de özel koruma altına alındı.
Nitekim, dünyanın en gelişmiş istihbarat örgütlerine sahip Amerika güya bu saldırıları önleyememiş, kalbinden vurulmuş, ne olduğunu anlayamayan halka bir korku psikolojisi pompalanmış, düzmece saldırılardan sonra ise ani bir kararla saldırıların ve “kurbanların” intikamını almaya karar vermiş, yapacağı operasyonun inandırıcı olması için masum kurbanlar filmleri aratmayacak bir dehşet senaryosu sayesinde verilmiş, kurbanların intikamını alayım derken dünyanın onlarca, hatta yüz trilyon doların üzerinde değeri olan en önemli enerji kaynaklarının olduğu yerleri askeri operasyonlarla ele geçirmişti.
Peki bu yeterli miydi, hayır, elbette değildi…
Yaptığı operasyonlarla dünyanın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki en önemli enerji kaynaklarından bazılarını ele geçirirken, aynı zamanda rakibi Rusya’nın buralardaki son kalelerini de indirmek için birbiri arkasına sapık, vahşi, kudurmuş Müslüman müsveddelerinden oluşan IŞİD gibi radikal terör örgütlerini de oluşturdu ve hem Kuzey Afrika’da hem de Ortadoğu’da Arap Baharı denilen vahşet sürecini başlattı, özellikle de Libya, Mısır, Suriye ve Irak’ta, kısmen de Türkiye’de bu sapık sürüleri eliyle korkunç katliamlar yaptı.
İşin başa düştüğünü gören Rusya da boş durmadı, Amerika’ya ve uşaklarına göze göz dişe diş modunda karşılık verdi…
Rusya’nın karşılık vermesi ve Amerikan planlarının nihayete ermesine engel olması, işin boyutlarını değiştirdi.
Rusya ile Amerika Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da güç kavgasına girişmişken, Çin keyifli keyifli dünya ticaretinde en önemli söz sahibi ülke olma yolunda adım adım ilerliyordu ve dünya piyasasında dolaşan doların üçte ikisini kendi piyasasında zaten toplamıştı, hala hazırda Çin’in elindeki dolar rezervi Amerika’daki dolar rezervini geçmişti.
Bu arada, Amerika’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki planları da aksamıştı, Afganistan ve Ortadoğu’daki savaşlarda on binden fazla Amerikan askeri de hayatını kaybetmişti, ki bu rakam Amerika’nın en az yüz yıllık bir süre için dünya üzerinde ekonomik ve siyasi çarklarını istediği gibi döndürebilmesi için kabul edilebilir bir kayıptı…
Ancak Çin faktörü yüzünden Amerika Dimyat’a pirince gideyim derken evdeki bulgurdan da olmak üzereydi…
İşte nasıl olduysa, tam da bu sırada, sapık ve radikal Müslüman çapulculardan oluşan Amerikan menşeili terör örgütlerinin yerini göze görünmez bir virüscük alıverdi ve başta Çin ile Rusya olmak üzere, tüm dünyayı kendi derdine düşürdü.
Bu virüscük öyle bir virüscük ki, herşeyi önceden biliniyordu, hatta Fransız Pasteur Enstitüsü bunun envai türünü geliştirmiş ve geliştirdiği virüslerin genetik kodlarının patentlerini bile almıştı.
Sonra bu enstitü, Çinlilerle işbirliği yaparak virüsün yayıldığı Wuhan kentinde bir biyolojik ve kimsayal araştırmalar merkezi kurmuştu, Amerika’nın belli başlı para babaları da bu kuruluşa milyonlarca dolar para yardımı yapmışlardı, ve virüs de orada ortaya çıktı, her ne hikmetse…
Tabi bunlar bilgi çağında fazla gizli kalamadı, kısa sürede eteklerdeki taşlar dökülmeye başladı.
Diğer taraftan, bu virüscüğün en önemli özelliği, yaşlı ve hasta kesimi hedef alması, teknoloji bağımlısı, hatta teknoloji ve tüketim delisi haline gelen genç nesile pek dokunmamasıydı…
Aksi takdirde, genç nesil, yani teknolojik ürünlere harcama yapma konusunda birbiriyle yarışan ve marka delisi haline gelen gençler ve çocuklar, bu virüsle kırılsaydı, hergün bir yeni modeli çıkan akıllı telefoncukları, bilgisayarcıkları, arabacıkları, ayakkabıcıkları, pantoloncukları, gömlecikleri, ıvır zıvır teknoloji ürünlerini kim satın alacaktı…
Benim gibi inatla 20 senelik Ford’u sürekli tamir edip süren, on senelik telefonu tepe tepe inatla kullanan, 30 sene önce aldığı gömleği, klasik kot pantolonu hala giyen (Allah’tan göbeklenmedik de eskiler işe yarıyor), tabanı delinmedikçe ayakkabıyı değiştirmeyen, işini gördüğü sürece kullandığı malın yenisini almayan, yeni ürünlere rağbet göstermeyen, hergün McDonalds’ın hamburgerini yemeyen, yaşı elliyi devirmiş “eski tüfekler” mi satın alacaktı yani!!!
Dolayısıyla, biz “lüzumsuzlar” biraz temizlenmeliydik, biraz korkmalıydık, Çin de bu işin “görünürdeki” sorumlusu olarak hesap vermeli ve ekonomik ve siyasi yönden de Çin’e haddi bildirilmeliydi…
Böylece Çin ile askeri bir kavgaya girişmeden, Rusya’dan sonra ikinci bir cephe açmadan, nükler füzelerin kullanılacağı ve dünyayı her şekilde darmadağın edecek topyekün bir savaş yerine, dünya üzerinde siyasi ve ekonomik yönden benzer bir etki yaratacak bir biyolojik savaşla sonuca gitmek en doğrusuydu.
Bu arada, enerji şirketleri ve silah şirketleri son yirmi yılda kasalarını bayağı doldurmuştu, sıra biraz da dünya ekonomisinde üçüncü güç olarak söz sahibi olan ilaç şirketlerinin kasasını doldurmaya da gelmişti, onlara da ayıp olmasındı yani!
Böylece, İkiz Kuleler saldırısında gösterilen korku filminden sonra dünyanın ilk küresel “maskeli balosu” da başlamış oldu, millet ağzı burnu kapalı gezmeye başladı.
Şimdi sonuç ne olacak, oraya gelelim.
Çin bir kere ayvayı külliyen yiyecek, dünyanın dört bir tarafına giden Çin mallarının piyasası yavaşlayacak, Çin ekonomisi bir durgunluğa düşecek, böylece uzun vadede teknolojik ve askeri gücü de yavaşlamak zorunda kalacak.
Diğer taraftan, Avrupa ve Amerika’daki duruma gelince, bir kere şunu kafamıza sokmamız lazım; Amerika, İngiltere ve Avrupa çok güçlü para birimlerine sahiptirler ve ekonomileri de aynı oranda güçlüdür, böyle bir krizden fazla hırpalanmadan çıkarlar, verdikleri kurbanlar ise yeri doldurulabilecek, sıradan insanlardır, oyunun kuralına göre kaybedilmiş, daha doğrusu harcanmış kurbanlardır…
O kurbanlar sayesinde ülkelerinin politikasında yüz, belki ikiyüz yıllık bir süreç şekillenecektir, gelecek nesiller için yeni hesaplar yapılacaktır.
Önümüzdeki iki yıllık süreçte dünya net olarak ikiye ayrılacak, gelişmiş ülkeler bir tarafta olacak, yaşamak için her türlü şekilde gelişmiş ülkelerin teknolojilerine bağımlı olan gelişmemiş ve yarı gelişmiş ülkeler de diğer tarafta olacak…
Kasasında para olmayan, bu çağda hala kafası birçok şeye basmayan ve cehaletten beslenen siyasilerin yönettiği gelişmemiş ve yarı gelişmiş ülkeler yaşamak için tüm maddi ve manevi kaynaklarını gelişmiş ülkelerin emrine sunacak, karşılığında ise ilaç ve teknolojik ürün alacaklar, süreç sonunda iyice tükenecekler ve muhtemelen önümüzdeki yirmi yılda tamamen gelişmiş ülkelerin esiri olacaklar.
Durum zaten böyleydi de, hatlar daha da keskinleşecek, daha da belirginleşecek, arada da Çin faktörünün hesabı görülecek, en azından hizaya çekilecek.
Peki biz ne olacağız, esas soru burada!
KKTC olarak biz bu süreci ucuz atlattık sayılır, birazcık aklımız olsaydı, çok daha ucuz atlatacaktık.
Ben Şubat ayında durum netleşmeye başladığında “Derhal sınırları kapatalım, gidecek olan bir hafta içinde gitsin, gelecek olan da bir hafta içinde gelsin, ülkeye sadece gıda ve acil ihtiyaç malzemeleri gelsin, kapalı ortamda üç ay yaşayalım, normal düzenimizi sürdürelim, üç ay sonra duruma bakalım ve ona göre hareket edelim” dediğimde faşist ilan edildim, zihniyetimin faşizan zihniyeti olduğu söylendi, aleni şekilde saldırıya uğradım…
Bir ay sonra ise bana saldıranlar sıkıyı görünce, çok afedersiniz de, kibarcasını yazayım, kendilerini “popo” korkusu sarınca, benden on kat daha faşist oldular, hükümeti zamanında önlem almadı diye eleştirmeye, avazları çıktığı kadar bas bas bağırmaya başladılar…
İşte virüsten daha tehlikeli olan, beyni tutulmuş olan bu kıt beyinliler ve zavallı beyinciklerinin nafile çabayla ürettiği son kırıntılarla abuk subuk fikir yürütme şansını onlara veren sistemdir…
Ne yazık ki, kimi solcu, kimi sağcı, kimi dinci-tarikatçı-cemaatçi kılığında olan bu gibi kıt beyinli “demokrasi” havarilerinin sayısı bizden en az beş kat fazladır, o yüzden ne kendileriyle, ne de beslemeleriyle anlaşamıyoruz, anlaşamayacağız da...
Bunlar gibilerin hakkından ancak koronadan daha beter bir virüs gelir, böyle giderse, zaten ikinci aşamada biz de bu kıt beyinli mahlukatlar da beterin beteriyle tanışacaklar, hiç şüphesiz…
Günün sonunda dersimizi kısmen de olsa aldık, popo korkusunu da kısmen yaşadık, amma ve lakin, 63’den 74’e 11 sene gettolarda yaşadık da, karneyle ekmek aldık da, bir aylığına da olsa popomuzun üzerine oturup da insan gibi yaşamayı öğrenemedik, virüsü içimize soktuk, ülke darmadağın oldu.
Birçoğumuz evinde uslu uslu otururken ve hem kendisini hem de diğerlerini korurken, bazılarımız da sırf evde oturmaktan usandı diye sokaklarda başıboş hayvanatlar gibi dolaştı, durdu, yedi sülalesiyle marketlere yığıldı, kapı kapı gezip lak lak dedikodu yaptı…
Bu arada, polisler ve sağlık çalışanları da canları avuçlarında görev başında terledi durdu, her türlü riski alarak toplumun ve insan kılıklı bu mahlukatların can güvenliğini korumaya çalıştı.
Neyse ki en azından birinci raundu çok ucuz atlattık.
Şimdi ise, en azından tıp sistemimiz bu virüsle tanıştı ve ona karşı alınacak tedbirler konusunda bilgilendi, kısıtlı da olsa onunla mücadele edebilmek için bazı imkanlar edindik.
Elbette ki ikinci ve üçüncü dalgalar da gelecektir, belki de dördüncü dalgayı da göreceğiz, kaçınılmaz şekilde.
Bir başka türlüsü ve daha belalısı gelirse, işte o zaman kıt beyinli mahlukatlar yüzünden külliyen ayvayı yedik demektir.
Diğer tarafta, ekonominin çarklarının dönmesi için açılmaya da mecburuz, kısmen ve dikkatli bir şekilde açılırsak, dünyanın koronavirüsten en az zarar gören ülkesi olarak, ülke turistik bir destinasyona dönüşebilir, ülkede “kontrollü” bir turizm patlaması yaşanır, yüksek öğrenim de düşünüldüğü kadar zarar görmez, hatta iyi bir reklamla çok daha büyük atılımlar da yapılır, bu iki sektör çabucak toparlanır.
Tabi bu arada, kendi kendimize yetebilmemiz için tarımsal ürünlerin ve gündelik yaşamda kullandığımız ürünlerin de ülke içinde üretimine ağırlık verilmesi için de gereken çalışmaların bilimsel yöntemlerle acilen başlatılması lazımdır.
Öyle ki, gerek tarımsal ürünlerde, gerekse gündelik yaşamda kullanılan diğer ürünlerde dışa ihraç yapabilir duruma da gelebilmeliyiz.
Böylece hem milli gelirimiz olabildiğince yurt içinde kalır, hem ekonomi çarklarımız kendi kendimize yetecek kadar döner, hem de ihracattan ek gelir elde ederiz.
Türkiye ise, görünüşe göre, son yıllarda üretime değil de sadece tüketime odaklandığı için ekonomik açıdan çok zor günler yaşayacak, daha önceleri ellerinde var olup da kaçırdığı veya boşa harcadığı fırsatlar ve imkanlar için de kafasını taştan taşa vuracak…
Ancak Türkiye’nin bir artısı da var.
Türkiye Doğu Akdeniz coğrafyasındaki en önemli sağlık turizmi merkezlerinden bir tanesidir, dünyada da sağlık turizmi merkezlerinin arasında ilk yirmidedir.
Özellikle 2005 yılından beri giderek geliştirdiği ve hizmet yelpazesini zenginleştirdiği sağlık turizminden hatırı sayılır bir geliri vardır.
Nereden mi biliyorum, konu üzerinde üç seneye yakın kapsamlı bir çalışma yaptık da ordan biliyorum.
Dolayısıyla, Türkiye öncelikle sağlık turizmi imkanlarını geliştirmeye yönelerek, sağlık alanında bir atılım daha yaparsa, ki bu imkanı ve altyapısı var, ekonomik kayıplarının önemli bir kısmını sadece bu alandan kapatabilecektir.
Dahası, Türkiye gibi doğası ve büyük doğal zenginlikleri olan bir ülke, artık iç tüketimini tamamen kendi imkanlarıyla karşılamanın ve her konuda kendine yetecek kadar üretime geçmenin yolunu bulmalıdır, ki bu da hiç zor değildir, gerekli altyapısı kısmen de olsa mevcuttur.
Aksi takdirde, iki seneye kalmaz, maddi ve manevi olarak içinden çıkılamaz bir kaosa sürüklenir.
Bu da, pandemi sonrasında örümcek gibi diğerlerini sömürmek için şimdiden kolları sıvayan gelişmiş ülkelerin ağına düşmesini, bu düzeni yaratan “üst akıl” tarafından lokma niyetine yutulmasını kolaylaştırır.
Şunu kafamıza sokmamız lazımdır; emperyalist amaçları ve uzun vadeli rant çarklarını döndürme uğruna kendi ülkelerinin insanlarını bile gözünü bile kırpmadan feda edenler, bizim gibi ülkelerin ve toplumların gündelik yaşayan, emperyalizmin rant çarklarına fayda sağlamayan, bugüne kadar elini bile yıkamayı öğrenememiş, pis, sorumsuz, saygısız ve bencilce yaşayan, boşuna oksijen ve kaynak tüketen insanlarını topluca katletmeyi çoktan göze almışlardır, en ufak bir şekilde gözlerini bile kırpmadan bizi tertiplerler…
Ya üst akılın dünya düzenine hizmet eden emperyalizmin rant çarklarına kusursuzca hizmet edersiniz, ya da yok olur gidersiniz, oyun bu kadar basit…
Ona göre davranalım, aklımızı başımıza alalım, ayağımızı yorganımıza göre uzatalım.
Aksi takdirde, maskeli balolu korku filmi artık hayatımızın hep bir parçası olacaktır.