Sonbaharı yaşamadan kışa ulaştık. Havalar aniden soğudu. Güneşin göz kamaştırıcılığı yerini solgun ışınlara bıraktı. Adalılar olarak biz zaten baharların tadına varmadan apansız yazda veya kışta buluruz kendimizi. Yılda dört mevsim var diyoruz; okullarda bu mevsimlerin özelliklerini öğreniyoruz, öğretiyoruz da, ne ilk, ne de sonbaharın tadına doyasıya varamıyoruz. Havaların soğuması sokakları tenhalaştırırken evlerde de hummalı bir faaliyet başladı. Sobalar, ısıtma sistemleri ayarlandı, gardıroplar yeniden tanzim edildi. Yazlıkların yerini kışlık kıyafetler aldı. Bahçelerin rengârenk çiçekleri yerlerini dallarda tek tük kalmış mevsimsiz güllere ve solmuş kasımpatılara bıraktı. Yine de soğanları çatlayıp topraktan yeşil filizlerini gösteren nergisler ve çiçeklenmeye hazırlanan tavşankulakları( siklamenler) hüznü ilham eden bu mevsime muzip göz kırpışlarla sanki umudu müjdeliyorlar. Yazın hareketli günleri bu mevsimde yerini dinginliğe bırakırken; lûzumlu, lûzumsuz hatırlayışları da beraberinde getirir. Bunların bazıları dudaklarınızda belli belirsiz bir gülümseme yaratırken bazıları da kaşlarınızı çattırır, içinizi acıtır. Usunuzdan uzaklaştırmaya çalışsanız da o hatırlanmakta ısrar eder. Hele, size üzüntü getirecek bazı huylarınızdan hâlâ vaz geçememişseniz buna bir de kendinizi suçlamak eklenir. Ama ne demişler, “Huy can altında” Can çıkmadan huy da çıkmazmış. Bu yüzden en iyisi, beğenmediğimiz huylarımızı değiştirmek, değiştiremediğimizi de kabul etmek galiba. Benim de eskiden beri var olan; değişmeyen; değiştirmeye tüm çabalarıma rağmen muktedir olamadığım huylarım var. Kaderim demek isterdim bunlara. Her ne kadar kadere fazla inanmasam da yine de o kandırmaca ile bir çıkış yolu bulur; kendime kızmazdım. Ama bazıları kadere sığınamayacağım kadar açık ve ortada şimdi. Bu benim kişiliğimden kaynaklanan bir durum. Kendime adeta işkence ediyorum. Nasıl mı?.. Bazı insanlara hak etmedikleri kadar iyi davranarak, onların bana olan duygularını bildiğim halde yine de zor zamanlarında onlara yardım ederek.Bir zamanlar erdem sayılan ama şimdilerde unutulan, vicdan denilen o b..tan acıma duygumu susturamayarak. Buna işkence değil de zamanımı heba etmek desem daha uygun olur sanırım. Kendime ayıracağım zamanı başkalarına harcıyorum. Hak edene can kurban da çoğu da bunu hak etmiyor. “iyilik et denize at, balık bilmezse Allah bilir” desem de, kıymet bilmeyenler için kaybettiğim zaman ve sürekli ertelemek zorunda kaldıklarım hesap soruyor benden bu sefer de. Önce kendimle ilgileneceğim diye kararlar alsam da bu kararlar ani sabotajlara uğruyor ve bela geliyorum demeden yine geliyor. Yine başkaları için yaşamaya talim… Bir arkadaşım vardı bir zamanlar. İyiliksever, fedakâr, herkesin yardımına koşan biriydi. Yıllar sonra karşılaştığımızda onu tanımakta zorlandım çünkü huyları değişmiş, acımasız, katı yürekli biri olmuştu. Onun bu karakter değişikliği beni üzmüştü ama o halinden memnundu. Birçok projeye imza atmış ve çok başarılı işler yapmıştı. Bu yüzden huzurlu ve mutluydu. Ona bu değişikliğin ve başarının sırrını sorduğumda gülümsedi ve bana “Vicdanımı öldürdüm ve rahatladım” dedi. Çok şaşırdım ve onun adına üzüldüm ama bir yerde hak da verdim. Günümüzde bunu hayat tarzı edinmiş o kadar vicdansız var ki onların arasında azınlıkta olmak ve maddi, manevi sömürülmektense arkadaşım onu öldürmekte bulmuştu çareyi. Görünürde bunu başardı gibi görünse de gerçekte, içinde başardı mı bilmiyorum çünkü onu bir daha görmedim. Merhamet bir erdemdir. Bütün ahlak felsefeleri, toplum kuramları, toplum yaşamında bireylerin birbirlerine olan sorumluluklarını amaçlar. Bütünü yok sayarak parçanın varoluşu nasıl imkânsız ise birey de toplumun bir parçası olarak tek başına var olamaz. Bu yüzden merhamet ve acıma duyguları insana has ulvi duygulardır. Tanrının tüm yarattıklarına nasıl merhamet ettiğini, nasıl sabırlı olduğunu düşününce; kul olarak her canlıya şefkat ve sevgiyle yaklaşmak hiç de zor olmamalıdır. Ancak, bu iyi duygularımızı istismar edenler, kötüye kullananlar da var. İşte tam da bu noktada Nietzsce’nin “merhameti öldürün” sözü ve bunu başardığını söyleyen arkadaşım geliyor aklıma. Merhameti öldürmek mümkün mü? Hele içimiz inanç ve sevgiyle doluysa!. Yardıma ihtiyacı olan, zor durumdaki insanlara arkamızı mı döneceğiz? Bunu yaptığımız takdirde vicdanımız bizi sorgulamayacak mı? Elbette ki insana has duygular taşıyorsak, gerek maddi gerekse manevi desteğe ihtiyacı olanlara kayıtsız kalmayacağız. Ama bunu yaparken aşırıya kaçmamak, merhametle gereksiz duygusallığı birbirine karıştırmamak ve karşımızdakini tanımaya çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Her ne kadar yapılan iyiliğin karşılığı beklenmese de; merhametten ileride maraz doğmaması için bunu yapmak zorundayız. Esasen kıymet bilmeyen, aksine iyiliğimize karşılık gıyabımızda yalan söyleyen, iftira eden, hatta başımıza gelen üzücü olaylardan zevk alacak kadar alçalabilen insanlara yardım etmek, onlara kötülük yapmakla eş anlamlıdır. Çünkü hayatta sadece almasını bilen bu tip insanlar bu davranışımıza devam ettiğimiz takdirde vermek fiilini asla öğrenemeyecekler; hatta kendilerini çok akıllı, karşılarındakini enayi sanacak kadar ileri gideceklerdir arsızlıklarında. Bu yüzden bazen Nietzsce’yi tasvip etmek geliyor içimden. Onu tasvip etmek, merhamet duygusunu içimizden atmak, duygularımızı öldürmek anlamına gelmemelidir. Bu zalimlik ve gaddarlık olur. İyilik etmek, zorda olanı esirgemek ve korumak güzel şeyler, ulvi şeyler ama hak edene, bunun kıymetini bilene…