Her ailenin karanlık bir yüzü olduğunu söyleyen Sirman, Palu ailesinin gerçekliğine şaşırmış gibi yapmanın da toplumsal bir sır yaratmak anlamına geldiği görüşünde. Öte yandan Sirman’a göre İslamiyet ile modernizmin aileden beklentileri “aile sırlarını” yaygınlaştırdı. Fakat artık o sırlar, eskiye göre daha fazla ortaya saçılıyor.
İçinde faili meçhul cinayet, kaybetme, tehdit, mafya, cincilik, dincilik, sahtekârlık, gasp, çocuk tecavüzü, çocuğa eziyet ve daha bir sürü hikâyenin olduğu bir aileyi günlerce bir TV programında izledik. Aslen Ordulu ve Kocaeli’nde yaşayan Palu ailesinin sırları, anne Havva Palu’nun 11 yıl önce kaybolan veya bizzat aile fertleri tarafından kaybedilen kızı Meryem ile torunu Melike’yi “bulmak için”, avukatlarının yönlendirmesi sonucu TV programına başvurmasıyla ortaya çıkmaya başladı. Programda itiraflar, karşılıklı suçlamalar sürerken damat Tuncer Ustael hakkında aile içindeki cinayet, çocuklara cinsel istismar, tecavüz, işkence iddiaları birbirini izledi. Günlerce süren bu program sırasında damat bir ara tutuklandı, tekrar çıktı ve programa katıldı. Ailenin suç ilişkilerini anlayabilmek için gazeteciler çeşitli krokiler bile çizmek zorunda kaldı. Netice itibariyle Palu ailesi, kayıp yakınlarını arar gibi görünürken, önceki gün cinayet suçlamalarıyla topluca gözaltına alındı.
Muhafazakâr gibi görünen ama muhafazakârların, “aileci” siyasetin tamamen dışladığını söylediği her türlü “pisliğin” yaşandığı anlaşılan Palu ailesi, aile denen yapıyı da, onu bir arada tutan sırları da enine boyuna tartışmayı kaçınılmaz kıldı.
Türkiye’de akrabalık ve aile antropolojisi üzerine en önemli çalışmalara imza atmış Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nükhet Sirman’ın kapısını çaldık ve Palu ailesi üzerinden Türkiye’de ailenin sosyolojisini, karanlık yüzünü, bu yapıyı oluşturan ve inşa eden politik yaklaşımları konuştuk…
Palu ailesi vakası size ne anlatıyor?
Her ailenin karanlık bir yüzü var. Dolayısıyla Palu ailesinin hikâyesinde akıl almaz olaylar olsa da, bu ailenin karanlık bir yüzünün olması istisna değil. Fakat Palu ailesinin karanlık yüzünün sınırlarının cinayetle, cincilikle, tecavüzle, tehditle, olaya çok fazla bireyin dahil olmasıyla vs. genişlediği bir gerçek. Aslında aile dediğimiz yapının tek değil, çeşitli karanlık yüzleri var. Aile üzerine araştırma yaptığım sırada, görüşmek istediğim ailelerden gördüğüm ilk tepki “ne o, ailemizin sırlarını mı öğrenmek istiyorsun” sorusuydu. Türkiye’de aile sırları korkunç düzeyde yaygın.
Bu Türkiye’ye mi özgü?
Zannetmiyorum ama ben Türkiye’ye özgü kısmını biliyorum. Türkiye’de, Ortadoğu ve Akdeniz havzasında da olduğu gibi aile ilişkileri toplumsal yapının ciddi bir temelini oluştururdu. Zaman içinde ailenin üzerine iki büyük yapı daha inşa edildi. Bir tanesi İslamiyet, öbürü de Cumhuriyet’le beraber modernizm. Bu iki yapının da aileden çok sayıda beklentisi vardı ve bu beklentiler karşısında aslında ailede “sırdaşlık” yaygınlaştı. Sırlar, ailenin aslında kendisinden bekleneni yapmadığını, olması gereken gibi olmadığını gösteriyor.
Aile sırlarından kastınız ne?
İçinde kadına yönelik şiddet de var, başka suçlar da. Öte yandan Germaine Tillion’un Harem ve Kuzenler kitabında işaret ettiği gibi, “aile yasasına” göre toprağın bölünmemesi lâzım. Bu yüzden kızlara toprak verilmez. Oysa mesela İslâm, kızlara toprağın yarısının verilmesini emrettiği halde bu yapılmıyor. Yani “aile yasası”, çıkarıyla örtüşmediği zaman İslâm yasasına uymuyor ama bu da aile içinde, herkesin bildiği bir sır olarak kalıyor. Başka toplumlarda da buna benzer yasalar, yasaklar var ve bunlar her delindiğinde yeni bir aile sırrına dönüşüyor.
Prof. Dr. Nükhet Sirman
SIRLAR BİZİ AİLE, CEMAAT, MİLLİ YAPAR
Peki herkesin bildiği nasıl ve neden sır oluyor?
Antropolog Michael Herzfeld, eğer bir sır paylaşıyorsak, yapmamız gereken şeyi yapmadığımızı hep beraber biliyorsak, bu bizi birbirimize yakınlaştırır, bizi cemaat haline getirir, milli yapar, diyor. Kol kırılır da yen içinde kalırsa, o yenler bir araya gelip aile olur, cemaat olur, mahalle olur, millet olur. Aslında sırlarla toplum olunuyor. Türkiye’de Cumhuriyet rejimi, başından itibaren akraba evliliğine karşı çıktı mesela. Fakat buna rağmen yapılan amca çocuklarının evliliği o yüzden bir sırra dönüştü. Kimsenin bahsetmediği ama herkesin bildiği bir sır bu. Yasakların olduğu yerde sır da olur.
Ve sırların olduğu yerde mi “birliktelik” olur, aile olunur?
Aynen öyle!
PALU AİLESİNİ SIRLAR, SUÇ ORTAKLIĞI BİRBİRİNE KENETLEMİŞ
“Sırdaşlığı” aynı zamanda bir suç ortaklığı olarak da okuyabilir miyiz?
Palu ailesini mesela, sırlar, suç ortaklığı birbirine kenetlemiş. Kayınvalidenin damadı, kızın kocayı, oğlanların enişteyi vs. kollaması, o “aile” bütünlüğü, suç ortaklığına dayanıyor.
Palu ailesinin suçlarının mahiyetini bir kenara bırakırsak, bu “aile dayanışmasının” istisna değil bermutat olduğu söylenebilir mi?
Maalesef evet. Bir antropolog olarak baktığımızda Ortadoğu ve Akdeniz havzalarında -ki buna Yunanistan, Akdeniz’in güney ve kuzey yakaları da dahil- namus ve şeref kavramlarının çok öne çıktığı memleketlerdeki aile yapısının toplumsal düzenin temelini oluşturduğunu görüyoruz. Aile düzeninin bu kadar öne çıkması, aslında başka muhayyel cemaatlerin oluşumuna, gelişimine ket vurabiliyor. O yüzden aile, ümmet ve millet yapıları arasında çok girift ve yapısal savaşlar var. Türkiye de bu savaşların memleketi aslında. İslâm’ın namus anlayışıyla modernizmin namus anlayışı birbirini tutmuyor. Yahut İslâm’ınkiyle akrabalığınki, akrabalığınkiyle modernizminki birbiriyle örtüşmüyor. Her üç anlayış da “namus” kelimesini kullanıyor ama bu kelimeyle farklı ilişkileri kastediyorlar. Dolayısıyla aralarında sürekli bir mücadele, savaş var. Bakın, Cumhuriyet, neden başından itibaren akraba evliliğine şiddetle karşı çıktı?
“Akrabayla evlenirsen çocukların sakat doğar” denir.
Oysa akraba evliliğinin illa sakat çocuğa sebebiyet vermediği açık.
O halde neden bu tür evliliklere karşı çıkıldı, çıkılıyor?
Çünkü Cumhuriyet rejimi, bireyin sadece ve sadece kendisine tâbi olmasını istiyor. Akraba evliliği, aile cemaatinin genişleyip büyümesi sonucunu da getiriyor. Oysa Cumhuriyet, daha kolay kontrol edebileceği çekirdek aile istiyor. Cumhuriyet, bireyle kendisi arasındaki bütün ara mekanizmaları yok etmeye odaklanıyor. Tekke ve zaviyelerin bile din karşıtlığından ziyade, bu nedenle kapatıldığını söyleyebilirim. Çünkü tekke ve zaviyeler, geniş aileler, kabileler, aşiretler, cemaatler cumhuriyetle birey arasında birer bent oluşturuyordu.
CUMHURİYET’LE BİRLİKTE ERKEK, KİME BİAT EDİP HÜKMEDECEĞİNİ ÖĞRENDİ
Rejim açısından çekirdek aile neden daha kontrol edilebilir bir yapı?
Çekirdek ailenin başında bir baba, koca figürü var. Bu baba-koca figürü, ailenin reisi olma hakkını Cumhuriyet’le beraber, 1926’daki Medeni Kanun’la elde etti. Yani baba-koca, rejim sayesinde güç sahibi oldu.
Daha önce nasıldı?
Osmanlı’da çeşitli kapı kulları silsilesi var ve erkekler bu silsile içerisinde sürekli bir üst erkeğe tâbi. Padişah veya paşa, kapısındaki adamı isterse evlendiriyor, isterse bekâr bırakıyordu. Cumhuriyet bütün bu ara mekanizmaları ve hiyerarşiyi yok etti ve erkeğe “sen sadece bana tâbi olacaksın”, “her evlenen erkeği paşa, reis yapacağım” dedi. 1926 Medeni Kanun’la erkeğe bu “paşalık” bahşedilirken, çekirdek ailenin reisi doğrudan Cumhuriyet’e tâbi kılındı. Çekirdek ailenin reisi, okulda, askerde vs, de sistematik olarak devletin tedrisatından geçirildi. Böylece erkek, kime biat edeceğini de kime hükmedeceğini de öğrenmeye başladı.
Peki bu tespit bizi, Cumhuriyet öncesi geniş aile yapısının kadınlar açısından sonuçlarına ilişkin nasıl bir tahlile götürür?
Elbette daha olumlu olduğu sonucu çıkmaz bundan. Sadece güç ilişkileri farklı. Claude Lévi-Strauss, Osmanlı toplumuna “büyük ev toplumu” diyor. “Büyük evlerin” yönettiği toplumlarda, büyük evlerin akrabalık ve hiyerarşi ilişkisi galip olur. Farklı toplumsal yapılar, farklı evlilik, güç ve cinsellik ilişkilerini yaratır. Cumhuriyet’in “çekirdek ailesi” kısmen Batı esinli. Batı’daki çekirdek aile tartışmasında karı-koca arasında yoldaşlık, muhabbet ilişkisi olması gerektiği çok vurgulanır. Halide Edip’in romanlarına baktığınızda da o “muhabbetin” önemine çok vurgu yapıldığını görürsünüz. Fakat yine de buradaki çekirdek aile tartışmasında meselenin bu yönünün çok öne çıkarılmadığını görüyoruz. Bakın, mesela Bertrand Russell da karı-koca arasında saygıya dayalı gerçek bir sevgi olması gerektiğini, ancak o zaman cinsellik dâhil pek çok sorunun hallolacağını söylüyor. Cumhuriyet de ailenin sevgiye dayanmasını gündeme getiren söylemler üretti. Hatta bugün özellikle orta sınıf ailelere ailenin anlamı sorulduğunda “ilk başta sevgi ve saygı gelir” diyorlar. Ancak aile içi ilişkiler söz konusu olduğunda gündelik hayatta hakim olanın bir görev söylemi olduğunu gözlemliyoruz. Buna mukabil Russell’ın ütopyasında ailenin yasa ve yasaklara değil, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı yapı olması var.
AİLE BAĞLARINDAN KOPMAK İSTEYEN KADINLARIN DENEYİMLERİ BAŞARILI OLAMADI
Russell’ınki patriarkal ailenin yok olması önerisi mi?
Russell, illa bunu önermiyor. Çünkü patriarkal ailenin yok olmasıyla beraber başka problemlerin de ortaya çıkabileceğini söylüyor.
Ne gibi problemler?
Russell partiarkal ailenin yok olmasının hem iyi hem kötü tarafları olduğunu söylüyor. Patriarkal aile ortadan kalkarsa insanların mücadele gücünün azalacağını düşünüyor Russell. Ona göre babayla çocuk arasındaki mücadele, çocuğun güçlenmesini sağlıyor. Russell’a göre bu durumda kadınlar çocuklarını tekil bir babayla değil, devletle de paylaşacaklar. İstedikleri kadar çocuk sahibi olacaklar ve babaların hiçbir sorumluluğu olmayacak. Hatta kadınlar istedikleri kişiyle cinsel ilişkiye girecekleri için babanın da kim olduğu bilinmeyecek. Ama Russell’a göre bu durum, erkeklerin psikolojisinde çok derin değişiklikler yaratacak, cinselliğe yaklaşan tek duygu olan babalığı, medeni erkeklerin en vahşi duygusu olan karılarını ve çocuklarını koruma güdülerini de yok edecek. Keza ona göre patriarkal aile ortadan kalktığında erkeklerin ölümlerinden sonra olacak olan şeylere ilgileri de, mal-mülk edinme hırsları da, savaşa olan yatkınlıkları da azalacak. Russell, bütün bunların iyi mi kötü mü olacağını kestiremediğini de söylüyor.
Russell’ın aileye ilişkin tartışması bu yöndeyken, özellikle 1960’lardan itibaren feministlerin bu konudaki genel yaklaşımı ne yönde?
Dünyada aileye yaklaşım konusunda tekil bir feminist akımdan söz etmek mümkün değil. Türkiye’deki feministlerin bir bölümü ailenin, kadına yönelik şiddeti beslediğini söylemekte haklı. 1960’larda Avrupa’da feministler özellikle cinsel özgürlük bağlamında aile başta olmak üzere her türlü bağdan kopmayı öneriyordu. 1960’lar aynı zamanda hippilerin, çiçek çocukların zamanı ve çeşitli ütopyaların denendiği bir dönem. Kadınlar da İtalya’da, İngiltere’de, Fransa’da bu tür ütopyaları denedi.
Sonuç ne oldu?
Böylesi bir hayat mümkün olamadı. Çünkü kadınlar bu sefer tek başlarına çocukların yükünü sırtlanmak zorunda kaldı, cinsellikle ilişkileri problemli hale geldi vs. Dolayısıyla aile karşıtlığının çok kolay olmadığı anlaşıldı. O yüzden günümüzde aileye ilişkin ortaklaşılmış bir feminist yaklaşımı bulmak kolay değil. Kadınların özellikle Freud’la, cinsellik çözümlemeleri ve babayı koyduğu yer dolayısıyla son derece problemli ilişkileri oldu. Ama akademide, ailenin topluma ve bireye neler yaptığını gösteren çok iyi çalışmalar yapıldı. Nitekim aile, ailesellik ve ailecilik arasındaki farkları ortaya koyan metinler ortaya çıktı. Aile, var olan bir bütünlük. Ailesel, aileyle ilgili olan. Ailecilik ise bir doktrin ve esas olarak muhafazakârlıkla özdeşleşir.
SIRLARIN DIŞINDA KALDIĞINDA ÇÖPE ATILACAK BEDEN OLARAK GÖRÜLÜYORSUN
İsterseniz bu üç unsuru biraz deşelim. Aile denen bütünlüğün koşulları neler? Ailesel sadece aileyle mi ilgili? Ailecilik aynı zamanda siyasi bir proje değil mi?
Aile çok çeşitli katman ve ilişkilerden oluşan bir bütünlük, bir etik, bir yasa, bir ekonomi… Aslında insanlar aileye atfedilen etiği, yasayı veya ekonomiyi illa kendisini doğuranlarla veya doğurduklarıyla değil, seçtikleriyle de kurabilir. Aile belirli sorumlulukların, yaşanmışlıkların, tarihçenin ve toplumsal konumların birbiriyle ilişkisidir. Tanımadığınız bir insana “amca” dediğinizde, onun babanızın kardeşi olduğunu söylemiyorsunuz. “Bana amca gibi davran” veya “sana amcammışsın gibi davranıyorum” demiş oluyorsunuz. Çünkü “amcalık” bir davranış biçimi, bir etik, bir sorumluluk, yabancılığın dışı. Öte yandan yaşça büyüklerimize “amca, hala, teyze, dede, abi” dememiz onunla sadece etik değil, aynı zamanda hiyerarşik de bir ilişki kurduğumuzu gösteriyor. Çünkü sokakta, tanımadığımız bir insana ailesellik dışında nasıl davranacağımıza ilişkin bir hukuku bilmiyoruz. Bu anlamda ailesel bir toplumuz. Vatandaşlığımız da ailesel bir vatandaşlık. Kadının vatandaşlığı, topluma yarayışlı çocuklar yetiştirmeye dayalıyken, erkeğin vatandaşlığı da vatanı korumaya dayalıdır. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet olarak ayrışmış ama aynı zamanda ailesel bir vatandaşlıkla yaşıyoruz. Bu yapının bu haliyle sürmesi ve bunun içselleştirilmesi için kurulan her türlü söylem, siyaset, dayatma, zorlama ise aileciliktir.
Dolayısıyla ailecilik, aslında bireyi sürekli belli bir “sırra” itmek değil midir?
Bireyi hem belli bir sırrın hem de belli bir ilişki ağının içine itmektir tabii. Bu ilişki ağı ve sırların dışında kaldığın zaman çöpe atılacak beden olarak görülüyorsun. Fatih Akın’ın Duvara Karşıfilminde bir sahnede, ailenin erkekleri genelevden söz edince, “Almanlaşmış Türk” Cahit, “neden karılarınızı becermiyorsunuz” diye soruyor. Ortam bir anda geriliyor ve kavga son anda önleniyor. O erkeklerin saldırganlığı, cinselliğin bir aile sırrı olduğunu, aile sırlarının muhafazasını ve aslında ailenin nasıl var edildiğini gösteren örneklerden biridir.
BİLDİK ANLAMDA ANAERKİL TOPLUM HİÇBİR ZAMAN OLMADI
The Godfather filminin üçüncü bölümünün final sahnesinde de “Don Corleone” Al Pacino, loş çalışma odasında karısının bir sorusuna doğru olmayan bir yanıt veriyor, karısı ona sarılıp “inanıyor” ve “bir içkiye ihtiyacımız var” diyerek mutfağa geçiyor. Kadın içkileri koyarken Don Corleone’nin odasına “ailenin” erkekleri giriyor, yeni “baba”nın elini öpüyor ve erkeklerden biri kapıyı kapatarak “sırlı” alanı kadına kapatıyor. Kült filmin son sahnesi, kapının kadının üzerine kapanması yani. Bu, aileyi oluşturan sırların yanısıra, aile bireylerinin de birbirlerinden gizledikleri sırların varlığını anlatıyor…
.
Elbette, sırlar içinde sırlar var. Aslında erk ve erkin kaynağı ailede de toplumda da en büyük sır. Toplumun örgütlenmesinde akrabalığın ciddi olarak kullanıldığı her yapıda bu tür sırlar var. Çok az olmakla birlikte anasoylu toplumlarda bu tür sırlar daha azdır. Mesela Afrika’nın ortasında, Zambiya’da, Mozambik’te çok ciddi bir anasoylu toplum ekibi var. Hindistan’ın belli bir bölgesinde, keza Melanezya’da anasoylu havzalar var ama bunlar hızla yok oluyor. Mesela Malezya anasoylu bir toplumken, İslâm geliyor ve patriarka kazanıyor. Anasoylu toplumlarda toplumsal aidiyet yine erkekler üzerinden kuruluyor ama babadan oğula değil, dayıdan yeğene geçiyor. Dolayısıyla anne olmazsa çocuğa ne güç, ne para, ne toprak geçiyor. Bu, annelerin daha fazla güç ve söz sahibi olmalarına olanak tanıyor.
Anasoylu toplumla anaerkil toplum arasında nasıl bir fark var?
Anaerkil denince akla toplumu erkeklerin değil, kadınların yönettiği, bildiğimiz ataerkil toplum modelinde erkek baba yerine anayı koyarak ortaya çıkan bir toplumsallıktan söz ediliyor. Engels’in anaerkil toplum diye anlattığı örnekler, Amerikalı antropolog Henry Lewis Morgan’ın ABD’nin kuzeybatısında yaptığı araştırmalara dayanıyor. Fakat daha sonraki antropolojik çalışmalar Morgan’ın, kuzeybatıdaki yerli toplulukları yanlış anladığını, anaerkiyle anasoyluluğu birbirine karıştırdığını ortaya koyuyor.
Yani tarihte anaerkil bir toplum olmamış mı?
O anlamda hiçbir zaman olmamış ne yazık ki. Ama kadınların şimdikinden daha güçlü olduğu toplumlar olmuş.
Söyleşinin başında andığınız antropolog Germaine Tillion, özellikle Akdeniz havzasında aile ve akrabalık ilişkilerinin toprağın bölüşümüne göre oluşturulduğunu söylüyor. Buna Türkiye de dahil mi?
Tabii, Tillion bizdekine benzer toplumlara “çorba toplumları” diyor. Eğer senin yiyeceğin çorbaya dayanıyorsa, göçebe olamazsın. Yerleşik olmak zorundasın. Yerleşik olduğun zaman toprağı ekeceksin. Toprağı ekmek demek, ona emek sarf etmek demektir. Ama toprak üzerinde sarf ettiğin emeğin karşılığını, emeği sarf ettiğin o an değil, belli bir süre sonra alabiliyorsun. Dolayısıyla beklemek zorundasın. O emeği sen verdiğin için, mahsulünü de senin alman lâzım. Dolayısıyla o toprağı sahiplenir ve nüfus çoğaldığı halde bu sahipliği sürdürmek istersin. Tillion, akrabalık ilişkilerinin, nüfus artarken zaruri hale gelen toprak ve ürün bölüşümünü çok iyi başardığını söylüyor. Aslında Tillion, akrabalığın buradan çıktığını değil, akrabalığın bunu çok iyi becerdiğini söylüyor. Akraba evliliği, toprağın başkalarına geçmesini önlemede çok işlevseldir. Türkiye’de bazı kesimler akrabalık ilişkisini ensest olarak tanımlıyor. Oysa bu ensest filan değil. Fakat bu söylemle, devletle birey arasında bent oluşturacak geniş ailelerin oluşması engellenmek isteniyor.
AKP AİLEYİ KADINLAR ALEYHİNE MEKANİZMALARLA GÜÇLENDİRMEYE ÇALIŞIYOR
Kemalistler, cumhuriyet rejiminin aile politikasıyla kadını da özgürleştirdiğini söylerken haksız mı?
Bu görüşü savunuyorlar ama elbette bu doğru değil. Çünkü kadın yine önce babanın, evlenince de kocanın reis olduğu bir aile düzeninde yaşıyor. 1934’te kadınlara, “biz modern devletiz” denilerek seçme-seçilme hakkı veriliyor ama mesela 1924’te kurulmuş olan Kadınlar Birliği 1936’da kapatılıyor. Çünkü aslında devletle kadınlar arasında da ayrı bir mekanizma, bent olması istenmiyor.
Az önce aile, ümmet ve millet yapıları arasında çok girift ve yapısal savaşlar olduğunu söylemiştiniz. Günümüzde laiklerle İslâmcılar arasında, aile yapısı üzerinden yürüyen savaşın kökeninde ne yatıyor?
Kemalistler, gerçekten de cumhuriyet inkılaplarının kadınları özgürleştirdiğine inandılar ve kadınlar lehine belli kazanımlar da elde ettiler. Şimdiki hükümetin projesi ise aileyi, kadınlar aleyhine gelişen bazı mekanizmalarla güçlendirmeye dayanıyor. Kadının güçlenmesi ailenin bir bütün olarak güçlenmesine bir engel olarak görülüyor. Bu bakış, aile bütünlüğünün erkeğe, yani bir reisin varlığına bağlı olduğu varsayımına dayanıyor. Yani kadının güçlenmesi erkeğin bu konumunu kaybetmesi olarak görülüyor. Bunun doğru bir tarafı da var. Çünkü kadınlar güçlendiğinde aile birlikteliğinin devamı, erkeğin belli bir eşitliğe rıza göstermesine bağlı olur. Russell da buna işaret ederek, böylesi bir ailede herkesin belli fedakârlıklarda bulunması gerektiğini söyler.
ERKEKLİK ARTIK GADDARLIKLA ÖZDEŞLEŞTİ
Yani erkek artık dövemeyecek, çocuk bakımının yükünü de sırtlanacak vs…
Tabii. Kemalistlerin, inkılapların belirli özgürlükler getirdiğine ilişkin inancının da katkılarıyla kadın hareketi veya feminizm 2000’li yıllarda çok önemli kazanımlar sağladı. Kadınlar bu süreçte Medeni Kanunu değiştirtip aile reisliğini en azından kâğıt üstünde ortadan kaldırdılar. Keza kadın hareketinin mücadelesi sayesinde 2005’te Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklikle kadına yönelik şiddet aileye karşı suç olmaktan çıkarılıp kadına yönelik suç sayıldı. Yine kadınların evdeki görünmez emeği, boşanma kanununda tanındı. Buna göre boşanma veya adamın ölümü durumunda, evlilik sürecinde elde edilen malların eşit paylaşımı sağlandı. Nafaka hakkı hakeza. Bu tür hakları tanıyan yasaların çıkması erkekleri çileden çıkardı. Şu anda erkekler, kadınların elindeki bu haklara göz dikmiş durumda. Buna ister muhafazakârlık deyin isterse patriarkanın geri dönüşü…
2000’li yıllardan itibaren kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin korkunç düzeyde arttığı aktarılıyor. Bu şiddet dalgası, iddia edildiği gibi kadınların elde ettiği kazanımlardan kaynaklanan bir erkeklik krizinin dışavurumu mu?
Bu önemli bir faktör olabilir ama tek faktör değil. Bu ülkede erkek şiddeti sadece kadınlara değil, herkese yönelmiş durumda. İnsanlar birbirleriyle şiddet üzerinden ilişkileniyor artık. Erkeklik artık gaddarlıkla özdeşleşti ve savaş politikaları bunu derinleştiriyor. Artan fakirliğin de bu şiddetle ilgili olduğu söylenebilir. Boşanmaların önemli bir sebebi de bu. Fakirlik, erkeğin erkekliğini zarara uğratıyor. Artık reislik yapamıyor.
Tepede muhafazakâr veya “aileci” bir iktidarın olmasının erkeklik krizi üzerindeki tesiri nedir?
Gücün dışında herhangi bir hasleti politika haline getirmezsen, anlamlı bir sosyal devlet mekanizması kurmazsan hedeflediğin güçlü aileyi yaratamazsın. Dahası şiddet bu şekilde derinleşir. Öte yandan aileyi başka türlü yaşayabiliriz. Gerçekten dayanışmaya dayalı, belirli zamanlarda bir araya gelip belirli zamanlarda ayrılmayı bilen, her dakika burun buruna olmayan bir ilişki tesis edebiliriz. Bu ilişki illa içine doğduğumuz aileyle olmak zorunda değil. Kendi ailemizi seçip dayanışma ilişkisiyle bunu sürdürebiliriz.
ÜLKENİN HER TARAFINDA PALU AİLESİNİNKİ GİBİ SIRLARIN AZI VEYA FAZLASI VAR
Palu ailesiyle başladık, onunla bitirelim. Ailenin bütün “sırlarına” ve bireylerin birbiriyle ilişkilenme biçimine baktığımızda aslında Türkiye’yi, Türkiye’deki aile yapısını mı görüyoruz?
Palu ailesini istisna gibi göstermek korkunçtur! Palu ailesinde yaşananların Türkiye’de yaşandığını kabullenmemek inanılmaz! Özgecan Aslan cinayeti de böyle sunuldu. Ceren Damar’ın katili “çürük elma” olarak gösterildi. Yani bu tür olayları sürekli istisna haline getirip kendini tanımaktan uzaklaşan bir toplumla karşı karşıyayız. Elbette Palu ailesinde yaşananlar her ailede yaşanmıyor. Elbette bu ailedeki “sırlar” çok abartılı. Ama ülkenin her tarafında bu “sırların” daha azı veya daha fazlası, yahut farklı versiyonları var.
Bu tür olayları münferit göstermek de aslında “büyük ailenin” sırlarını görünmez kılma çabası mı?
Tabii, aynı zamanda böylece yapısal sorunu görmezden geliyor ve üzerinde ciddiyetle düşünmekten kurtuluyoruz. Fakat artık aile sırları eskisine göre daha fazla ortaya saçılıyor. Palu ailesinin de çıktığı televizyon programına benzer programlar, sosyal medya… Aslında ilginç olan noktalardan biri de insanların artık kendi suçlarını yine kendi elleriyle ifşa etmekten çekinmemeleri. İnsanların kendilerini var etme ve seyretme arzusu da var. 19. yüzyıl mektup edebiyatının yüzyılıydı. İnsanlar sürekli birbirlerine mektup yazar, günlük tutarlardı. Sosyal medya, insanların kendilerini kendilerinden çıkarıp izleme olanağı yarattı. İnsanlar artık yazarak değil, yaparak ve göstererek kendi varlığını kanıtlama ihtiyacında. Bu şiddet eylemi de olabilir, başka bir şey de. Sosyal medyada veya çeşitli mecralarda yoksan, sen yoksun belki de.