Pazertesi öyküsü

Mesut GÜNSEV

PAZARTESİ ÖYKÜSÜ   Nuray Bartoschek’in resmini de kullanım üzerine Nuray Bartoschek yazalım….     BİR VARDI, BİR YOKTU.                                                  Bir vardı, bir yoktu.  Evvel zaman içinde değil, yüzlerce yıl önce değil, yalnızca onlarca yıl önceydi.  Henüz televizyonun adı bile yoktu, ama o koca düğmeli radyolardan vardı evlerde.  Sabah erkenden kalkılıp, heyecanla büyüklerin radyoyu açması beklenirdi. Her gün ayni saatte dinlenen “Arkası yarın”lar, “Radyo Tiyatroları” vardı. Onları dinlerken evde çıt çıkmaz, kulaklar radyoda,  herkes kendi sahnesinin dekorunu kurardı hayallerinde. Fonda Barış Manço’nun Dağlar Dağlar’ı, yıllardır yüzünü görmediği oğlunun bir bayram sabahı dönmesini beklerken kalbi duran yaşlı baba ve onun başında hıçkırarak ağlayan anneyi duyunca,  dudaklar ısırılmaya başlanırdı. Gözlerle çevredekiler şöyle bir süzülür, ağlayan birisini görünce,   özgürce süzülmeye başlardı gözyaşları yanaklardan. Ne zaman ağlayacağımızı bildiğimiz gibi, ne zaman güleceğimize de kendimiz karar verirdik. Televizyon izlerken bizi aptal yerine koyarak, ne zaman gülmemiz gerektiğini bildiren konserve gülücükler yoktu.   Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardı.  Bütün mahalle birbirini tanırdı.  “Günaydın”lar, “iyi günler” tükenmemişti henüz. Bol keseden, cömertçe dağıtılırdı gün boyu karşılaşılan herkese. Yapılan iyilikler asla unutulmaz, hastalar ziyaret edilir, yoksullara yardım toplanırdı.  Gecenin bir vakti komşunun kapısı çalınıp bir fincan şeker istenirdi rahatlıkla. Kış akşamları tüm aile sıcacık sobanın etrafında toplanır, kestane kokulu söyleşiler yapılırdı.    Dostluklar bir pula satılmazdı. Alışverişler süpermarketlerden değil,  küçük mahalle bakkallarından  “veresiye”  yapılırdı. Çocuklar henüz televizyon, bilgisayar ve gameboy’lar, tarafından tutsak alınmamıştı. Sokaklar cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle dolup taşardı. Seksek oynamasını, çember çevirmesini bilmeyen, yaşama bilgisayar penceresinden bakan, evcilik oyununda kredi kartları kullanan çocuklar da yoktu.   Üstü başı toprağa bulanmış, ip atlayan, uçurtma uçuran,  komşunun erik ağaçlarına tırmanmaktan dizleri çizikler içinde,  saklambaç oynarken elindeki yağ sürülmüş bir dilim ekmeği mutlulukla ısıran çocuklar vardı.   Çocuklar babalarından cep telefonu değil, horozlu şeker isterdi. Oyuncak bebekler, oyuncak bebeğe benzerlerdi. İsimleri Zeynep olurdu,  Elif olurdu. Yüzlerinde sıcacık bir gülümseyiş,  basit, pamuklu giysileri, çoğu zaman bezden yapılmış kundakları ile kız çocuklarının en ayrılmaz dostu olurlardı.   Oyuncak bebekten çok sosyetik bir kadın görünümlü,  bir ailenin birkaç günlük mutfak gideri kadar paralar ödenerek alınan  “Barbi”ler, “Sindy”ler,  yoktu. Çocukluğumuzun kahramanlarını da küstürdük sonunda.  Polyanna,  Keloğlan, Şeker kız Candy daha fazla direnemediler son derece modern silahlarla donatılmış “yeni kahramanlara”.    Dağlar kızı Heidi’nin büyükbabasıyla, keçileriyle yaşadığı yemyeşil dağlar,  kurtların yaşadığı barut kokulu vadilere yenik düştü.    Omuzlarındaki sopanın iki ucunda bakraçlarla yoğurt satanlar, mahalle mahalle dolaşıp “Hallaaaaaaççııı” diye bağıranlar, kalaycılar, macuncular, pamuk helvacılar,  elma şekerciler yerlerini müzikli arabalarla dolaşan “Aygaaaaz”cılar, “temizliiiik” çilere bırakıp geçmişin sayfaları arasında yitip gittiler.     Kırılan, dökülen eşyalar, hatta sevgiler, dostluklar “yenisini aldığımız için eskisi hükümsüzdür” denilerek kolayca çöpe atılmazdı.   Kırılan şemsiyeleri tamir eden tamirciler,  kırılan kalpleri onarmak için çabalayan duygu zengini insanlar vardı.   Kalaylı kapların yerini, çoktan çelik tencereler aldı. Pamuk yataklar yerlerini  “full” ortopedik yataklara bıraktılar.   Annelerimizin sandığının bir köşesinde, özenle katlanıp saklanan, gözyaşları ile ıslanmış, kolonya ile kokulandırılmış, ucu yakılmış mektuplar da yok artık. Bilgisayar ile yazılan mektupların hüznü de üç gün sürüyor, sevinci de. Bir tuşa basınca siliniyor her şey, yeni bir sayfa açılıyor.   Bir vardı, bir yoktu. Evvel zaman içinde,  kalbur zaman içinde, insanlar “insanca” yaşardı.                                      Nuray Bartoschek ©