RUH İKİZİ Doç. Dr. Şafak Nakajima’yı yeni tanıdım.Muhteşem bir hatırlama yazısını okudum önce..Benim gibi yaşamının iniş merdivenlerinin son basamaklarına yaklaşan kişilerin “hatırlayamama” konusunu irdeliyordu.Çok teknik bir konuyu da son derece anlaşılır bir dille anlatıyordu sitesinde…Sonra özgeçmişine baktım..Çok genç yaşına rağmen Ankara,Japonya ,ABD,Kanada ,Çin her kademesi başarıyla dolu bir kariyer ve özgün tıp çalışmaları..Ve tüm birikimlerini şimdi kendi vatanında ,İstanbul da değerlendiriyor…Şifa dağıtmayı ,dertlere derman olmayı sürdürüyor…Nakajima da ilginç bir soyadı ..Japon eşinden geliyor…Bu haftaki öyküye gelince …. Hani deriz ya “Ruh İkizim “ sin.”Biz bir elmanın yarısı gibiyiz”…”Ne kadar da benziyoruz birbirimize” vb…İşte Şafak Hoca bu kez “Ruh İkizi” başlıklı yazısında irdelemiş konuyu ..Bakın ne demiş: “Bir zamanlar, insanların dört eli ve dört ayağı varmış. Bir kafada iki yüz ve dört kulak taşırlarmış. Bu insanlar o denli güçlülermiş ki, tanrılara baş kaldırırlarmış. Tanrılar giderek korkmaya başlamışlar. Aslında baş tanrı Zeus, bir yıldırım gönderse, bu insanların hepsini ortadan kaldırabilirmiş ama bu kez de geriye, kendilerine tapacak kimse kalmayacakmış. Ne yapacaklarına karar vermek için uzun uzun düşünmüş taşınmışlar… En nihayet Zeus, bu güçlü varlıklarla başa çıkabilecek bir yol bulmuş. Onları ortadan ikiye bölerse, güçlerini azaltacağını, zayıflatacağını ama sayıca artacakları için, kendilerine tapınan insan sayısının da artacağını söylemiş. Sonra da insanları elma gibi ortadan ikiye kesip ayırmış ve tanrı Apollon’a dönüp: ''İnsanların yüzlerini tersine çevir; böylece kendi bölünmüşlüklerini, zayıflıklarını görüp, daha erdemli olsunlar!'' demiş. İnsanlarsa, sadece eksikliklerini görmekle kalmamış, o eksikliği tamamlamak için büyük bir istek ve özlem duymaya başlamışlar. Diğer yarılarını aramaya koyulmuşlar. Ne zaman kendi kayıp yarılarına benzer birine rastlasalar, büyük bir sevinç ve coşku duymuş, onunla bütünleşme arzusuyla dolmuşlar. Bazen aslında tam da kendi yarıları olmayan birini, kendi kayıp yarıları sanmışlar. Buna, ''aşk yanılsaması'' denmiş. Bazıları ise gerçekten kayıp yarılarını bulmuşlar. İşte bu duruma, ''aşk'' denmiş; ''ruh ikizini bulmak'' denmiş. Yaklaşık 2400 yıl kadar önce, antik Yunan ozanı Aristophanes, aşkı, Platon’un Sempozyum’unda böyle anlatır. Aslında, bu tanımların hiç biri, bize yabancı değildir. Hepimiz, hayatımızın herhangi bir zamanında, yaşamın inişli çıkışlı yollarında bize eşlik edecek, aşk, sevgi, güvenlik ve değer duygularını yaşatacak diğer yarımızı aramadık mı? Onunla bir olunca, bütünleneceğimizi ve güçleneceğimizi, adeta Zeus’un zalim kılıcına kafa tutacağımızı düşünmedik mi? Hatta daha da öteye gidip, o yarımızı bulmanın, hayatın tek ve gerçek amacı olduğuna inanmadık mı? O arayışta bazen çok mutlu olup, bazen düş kırıklığı denizlerinde boğulmadık mı? Şimdi burada biraz durup, şu sorular üzerine düşünmenizi istiyorum: Sizce herkesin bir ruh eşi, ruh ikizi var mıdır? Sizin bir ruh eşiniz varsa, onunla ilişkinizde beklentileriniz ne ölçüde karşılığını buluyor? Neler, olması gerektiği gibi değil ve bu durumun nedenleri neler olabilir? Çoğunuzun, ruh eşine sahip olduğunuza inansanız bile, bir şeylerin eksik olduğunu söylediğinizi duyar gibiyim. Bu doğal! Çünkü yukarıda, yeniden kaleme aldığım Aristophanes’in sözleri, gerçek değil; bir mitos, bir söylence… Çoğu söylence gibi, sembolik anlamlar içeren ama hayatta gerçek karşılığı olmayan bir tür masal… Gerçek hayatta, bizi tamamen bütünleyen, kesiklerimizi ve yaralarımızı tam olarak kapatan, tüm dertlerimize deva olabilecek bir başka insan yok! Bu kesikleri, yaraları saracak, eksikleri bütünleyecek yegâne insan, yine kendimiziz! Bir başkasını bu göreve getirmeye çalışmanın, ''Beni kurtar! Beni iyileştir! Beni tamir et!'' demenin, pek çok ilişkinin iflasının ana nedeni olduğunu biliyor muydunuz? Unutmamamız gereken, ruh eşimizin verebileceği en büyük armağanın, iyileşmemiz için bize sevgi, anlayış ve güven dolu bir ortam sunması olduğu… Onların da yaralarının varlığını, aklımızı hatasız bir biçimde okuyamayacaklarını, hiç kimsenin sınırsız bir sevgi, anlayış, güven kaynağı olamayacağını aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor! Çoğu insanın, kendinde eksik olanı başkasında gördüğünde, o insana çekim duyup kapılması da yine dikkat etmemiz gereken bir konu. Özgüvensiz birisine, kendine güvenen birisi, riskten kaçan birisine, hayatı risklerle dolu birisi, mutsuz bir insana, yaşam coşkusu olan birisi çok çekici gelebiliyor, ruh ikizi gibi görünebiliyor… O insanla, eksiklerinin tamamlanacağına inanabiliyorlar. Adeta ''zıtların çekimi'' denebilir buna. Ama ilginç bir biçimde, baştaki heyecan öldükçe, bu farklılıklar, en rahatsız edici unsurlar halini alabiliyor. Zıtlıklar, zamanla uzlaşmaz çelişkilerin kaynağı haline geliyor. Bu nedenle, ''ilk bakışta aşk'' konusunda dikkatli olmamızda yarar var! Bir insanı gerçekten tanımak, onun olumlu yanları kadar karanlık yanlarını da tanımak yıllar alabiliyor. Kendimizi tanımak da öyle! Kendisini tanımayan, yaralarının farkına varıp onları iyileştirme sorumluluğunu üstlenmeyen insanların ilişkileri ne yazı ki çoğu kez, bir saman alevi kadar geçici, bir kelebek ömrü kadar kısa. Veya bir ömrü, bitmeyen bir kâbusa dönüştürecek şekilde uzun… Bir başkasıyla kendimizi tamamlamayı beklemek yerine, kendimizi bütünleyip, ruh eşiyle bütünlüklerimizin zenginliğini paylaşmayı öğrenmemiz gerekiyor!” TECRÜBE KONUŞUYOR “Baharın üç tane cemresi vardır , Önce Havaya, Sonra Suya, En son da Yere düşer. Aşkın da üç tane cemresi vardır; Önce Göze, Sonra Gönle, En son da Ruha düşer. Göze düşerse Beğeni olur, Gönle düşerse Aşk olur, Ruha düşerse Vazgeçilmezin Olur Sevgi olur ..”