Sıcaklar iyice bastırdı. Yaz mevsiminin henüz başında olmamıza rağmen serinlemek için gölge yerler, kapalı mekânlar arıyoruz şimdiden. Daha bunun Temmuzu, Ağustosu var. Yine de şanslı sayılırız. Masmavi denizleri ile sıcağın etkisini hafifleten bir adada yaşıyoruz. Ramazan bu yıl da yaza denk geldi. Kutsal zamanlarımızın en önemlilerinden biridir bu ay. Ulvi duyguların arttığı, sevgi, saygı, paylaşma, yardımlaşma ve iyilik yapma gibi erdemlerin hatırlandığı güzel zamanlardan biridir Ramazan. Aslında bu güzel değerler sadece kutsal zamanlarla sınırlı kalmamalı; her zaman hatırlanmalı ve gerçekleştirilmelidir de. Birey olarak acaba biz bunu ne kadar başarabiliyoruz? İnsana dair olguların her gün biraz daha geriye itildiği, kültürel değerlerin asgariye indiği, “biz” değil, “ben” in öne çıkarıldığı bir çağda yaşıyoruz. Bireyciliğin doruklara ulaştığı böyle bir zamanda iyilik, vefa, sadakat, merhamet, vb. soyut kavramların acaba hayatımızda ne kadar yeri vardır? Bütün bunlar aslında göreceli kavramlar. İyilik ve kötülük!.. Biri olmadan diğerinin değeri anlaşılmayan iki kavram!. Çünkü her şey ancak zıddı ile gelişir. Tıpkı gece ile gündüz gibi, ölüm ile yaşam gibi. Her insanın iyilik ve kötülük kavramları hakkında kendilerine göre birtakım doğruları vardır. Kendi inançları, düşünceleri ve toplumsal eğitimleri doğrultusunda belirlerler bu iki kavramı. İyilik ve kötülük her insanın doğasında vardır. İkisi de insan iradesinin bir sonucudur ve kişinin tercihi sonucu ortaya çıkarlar. Diğer bir deyişle bu iki duygu da insanın içindedir ve hangisi daha çok beslenirse o galip gelir. Ancak ne acıdır ki her gün biraz daha yozlaşan dünyamızda iyilikten çok kötülük galip geliyor. İyilik niçin yapılır? Karşılığını görmek için mi? Kendimizi rahatlatmak için mi? Tanrı bilsin diye mi? Yaptığımız iyiliğin derecesini ölçüp biçen kim? Vicdanımız mı? Toplum mu? Tanrı mı? Kim için ne kadar iyiyiz? Acaba iyilik yapıp da bu dünyada veya –varsa-ötekinde hiçbir karşılık almayacağımızı bilseydik yine de yapar mıydık? Bunların hepsi iyilik bulmak için iyilik yaptığımız sonucuna çıkarmıyor mu bizi? Peki, bunun daha da ilerisi, iyilik yapıp karşılığında kötülük bulmak olursa tavrımız ne olur? Karşılığını beklesek beklemesek, karşılığında kötülük görsek görmesek, yine de iyilik, ruhumuza pozitif enerji yükleyen, rahatlatan, huzur veren bir duygu ve davranış. Nedense olağanüstü yardımlarda bulunduğumuz bazı insanlardan nankörlük ve kötülük görüyoruz tıpkı bir kadermiş gibi!. Sanki dünyaya bunu deneyimlemek için gelmişiz gibi!. Bunun aksine, aklımızda bile olmayan, küçücük iyiliklerimizi unutmayanlar da çok. Ben, büyük fedakârlıklardan ve hayati iyiliklerden bahsediyorum. Karşılığını yalan, iftira, nankörlük ve kötülük olarak almış olduklarımızdan. Bu tip insanlarla yaşadığımız süre ne yazık ki hep karşılaşacağız. Kendi tercihleri ve iradeleriyle vicdanlarını kör etmiş, merhamet duygusundan yoksun olan bu insanlar, dünyevi ihtirasları yüzünden insan olma özelliklerini kaybettiklerini keşke anlayabilselerdi. Oysa dünyadaki bütün ahlak felsefeleri, toplum kuramları, toplum yaşamında bireylerin birbirlerine olan sorumluluklarını amaçlar. Bütünü yok sayarak parçanın varoluşu nasıl imkânsız ise birey de toplumun bir parçası olarak tek başına var olamaz. Bu yüzden merhamet ve acıma duyguları insana has ulvi duygulardır. Ayni yolda, farklı hayatları yaşayarak geçiyor ömrümüz. Tanrının tüm yarattıklarına nasıl merhamet ettiğini, nasıl sabırlı olduğunu düşününce; kul olarak her canlıya şefkat ve sevgiyle yaklaşmak hiç de zor olmasa gerek. Ancak, bu güzel duygularımızı istismar edenler, kötüye kullananlar da var. İşte tam da bu noktada Nietzsce’nin “merhameti öldürün” sözleri çınlıyor kulaklarımda. “Merhametten maraz doğar, kimseye acıma, acınacak hale gelirsin” diyor bir başkaları. Merhameti öldürmek mümkün mü?.. Hele içimiz inanç ve sevgiyle doluysa!.. Yardıma ihtiyacı olan, zor durumdaki insanlara arkamızı mı döneceğiz? Bunu yaptığımız takdirde vicdanımız bizi sorgulamayacak mı? Elbette ki insana has duygular taşıyorsak, desteğe ihtiyacı olanlara kayıtsız kalmayacağız. Ama bunu yaparken, yardım ettiğimiz insanın karakterini tanımaya çalışacağız. Her ne kadar yapılan iyiliğin karşılığı beklenmese de; merhametten ileride maraz doğmaması için bunu yapmak zorundayız. Esasen kıymet bilmeyen, aksine iyiliğinize karşılık gıyabınızda yalan söyleyen, iftira eden, hatta başınıza gelen üzücü olaylardan zevk alacak kadar alçalabilen böyle insanlara yardım etmek, onlara kötülük yapmakla eş anlamlıdır. Çünkü hayatta sadece almasını bilen bu tip insanlar bu davranışımıza devam ettiğimiz takdirde vermek fiilini asla öğrenemeyecekler; hatta kendilerini çok akıllı, karşılarındakini enayi sanacak kadar ileri gideceklerdir arsızlıklarında. Öyle ikiyüzlü, öyle sinsi insanlar vardır ki gerçek yüzlerinin hangisi olduğunu kendileri bile bilmezler. Halk arasında “ Saman altından su yüzdürenler” de denir onlara. Onlar; güvene duyulması gereken saygıyı istismar etmekte ustadırlar. Sizinle konuşurken samimi görünürler ama içlerinden neler geçirdiklerini anlayamazsınız. Gerçek yüzlerini gizlemekte uzmandırlar. İyi niyetli insanların merhamet duygularını sömürmeyi çok iyi bilirler. Başkalarının kanı ile beslenmeyi alışkanlık haline getirmiş; kendi başlarına var olamayan parazit gibidirler. Buna rağmen, tabiri caiz ise; onları ayakta tutanların ciğerini bulsalar yerler. Gerçek kimlikleri anlaşılınca, onlardan daha korkunç bir düşman olamaz. İki yüzlülük bilincinin yönetimindeki insandan gelebilecek zararlar hayal edilemeyecek kadar çoktur. Sevgi, vefa, sadakat, merhamet gibi duygular; aşağılık duygusu ile ruhlarını satan iki yüzlü insanların asla bulamayacakları; bedenlerinin en karanlık yerine sıkıştırılmış ve üzeri kalın bir ziftle örtülmüş duygulardır ancak.