İlk kez 1999 yılında UNESCO tarafından ilan edilen ve dünya çapında 21 Mart'ta kutlanan Dünya Şiir Günü'nün amacı; farkındalık yaratmak ve ulusal, evrensel, bölgesel şiir hareketlerine taze bir enerji sağlamak.
Biz de bugüne özel olarak Kaos GL dergisinin beğeniyle okunan köşelerinden “poetiQa: queer şair portreleri”nden bir derlemeyi okurlarımızla paylaşıyoruz. Şakir Özüdoğru’nun hazırladığı köşeden üç şair ve şiirleri sizlerle…
Tim Trace Peterson
Trans kadın, şiir eleştirmeni, şair. Hunter College’de Trans Şiiri hakkında dersler vermektedir. Birçok şiir kitabının yanında en bilenen eseri 2007 yılında Chaz Press tarafından yayımlanan Since I Moved In/Yerleştiğimden Beri’dir. EOAGH: A Journal of Arts dergisinin editörlüğünü yapmaktadır. TC Colbert ile birlikte 2013 yılında Nightboat Press tarafından yayımlanan Troubling the Line: Trans and Genderqueer Poetry and Poetics/Çizgiyi Zorlamak: Trans ve Queer Şiiri ve Poetikası isimli antolojinin editörlüğünü yapmıştır.
Trans Figürler*
Ses kendini bir bedene dönüştürmek istiyor.
Olmuyor ne kadar uğraşsa da –
çiçekler getiriyor sana, sebebi olsun diye anlam yüklü
bir ilişkinin. Kahve yapıyor sana sabahları.
İşte, alsana bir bardak.
Anlıyor musun? Hoşlanıyor senden. Yatağını topluyor
ve pencereden dağ manzarasını gösteriyor sana
kırmızı mahmuz çiçekleriyle dolu bir tarlayı ve ötesindeki
çorak toprakları. Güneşin batışı gibi şeyleri
gösteriyor sana ve ardından işte yükseliyor içinden gülhatmilerin.
Bakma, inciteceksin gözlerini. Orada olmak istiyorum
senin için, karşılık vermiyorsun asla
o dokunaklı anlarda (yetmiyor bu anlar oysa).
İzin ver bir kez daha okşayayım saçlarını, burada
ve yine burada. Ses uzaklaşıyor
şimdi, soluyor güneşin solduğu ve
rengârenk parladığı gibi ışınlarının
hiçbir zaman görmeye muktedir olamayacağın senin.
Bırak orada olsun göğüsler! (ve orada göğüsler vardı)
Bırak orada olsun bir penis! (ve orada bir penis vardı)
ya da en azından benziyordu bir penise ona bakanın yerinden
altında bu kıyafetlerin. Zayıfca olsaydı keşke,
geniş kalçalı! (ve zayıftı geniş kalçalı)
Bırak orada olsun tafta, muslin, ipek, kadife,
pelüş ya da krolin ve hepsi vardı bunların,
gani gani. Bırak orada olsun sert şapkalar, pazular
gömleklerden taşan, kalçalar taş gibi
sıkı kot pantolonlarda ve vardı bunların hepsi,
manzara boyunca. Baktı insanlar etrafına
ve gördüler dilin dağıttığı bereketleri.
Ses gıpta etti onlara. Alıkonulamazdı hiçbiri
fakat öyle olduğunu düşünmenizi istedi sizin.
Sürdüm pelüşa elimi
Kaydırarak kollarımı tülün içinden
kalın sesim
iki avcumu dolduran büyük göğüslerim
İnce pamuklu gömleğimin altında dalgalanan kaslarım
Temizledim boğazımı ve başladım
Takip ettim mavi dumanı burun deliklerime dolan, bir aylak gibi
Daireler çizerek etrafında omuzlarımın
Bir partiye sürükledi beni. Unut şu an için saçlarımı
Temizleyerek boğazımı, göz attım
Küçük kalçalara ve merak ettim nasıl göründüğünü
Yanaklarımın gerginliğini, emer gibi yaptığımda dudaklarımı
azdım perçinlenmiş, neredeyse çıplak,
tüm yumuşak kıvrımlarıma karşı
Bakın, gri gözlerim okunaksız.
Yüksek topluklar ve bir etek içinde, böyle
zarif bir hareketi kolun, kolyenin
işaretlediği alanı boynun, ses göstermeye çalışıyor
kendini. Karanlığa terk ediyor dairesini,
merak içinde acaba görecek mi komşuları onun geçişini,
otoparktaki tek ses yürüyüp giderken o çimenliği,
tıkırtısı topuklarının.
(*) Şairin, 2007 yılında Chax Press tarafından yayımlanan Since I Moved In/Yerleştiğimden Beri isimli kitabından şiirin bir bölümü alınmıştır.
Türkçesi:
Şakir Özüdoğru
A. Emre Cengiz
Ari Banias
Los Angeles doğumlu trans şair. Chicago’nun banliyölerinde büyüdü. Berkeley’de yaşamaktadır. Lisans eğitimini Sarah Lawrence College’de tamamlamıştır. Hunter College’de şiir alanında yüksek lisans eğitimi almış ve aynı kurumda dersler vermektedir. Şiirleri; American Poetry Review, Boston Review, FIELD, Guernica, The Offing ve The Volta gibi dergilerde yayımlanmış ve yayımlanmaktadır. 2014 yılında Amerikan Şairler Topluluğu tarafından verilen Cecil Hemley Anma Ödülü’ü ve 2012 yılında Campell Corner Ödülü’nü almıştır.
Giysi
Sadece tek bir giysi kalmıştır geriye
dolaplarımızın derinliklerindeki
bir çantaya tıkıştırılmış. Birer oğlan haline geldikten
sonra biz ama göğüslerimiz varken hâlâ
bazen giydiğimiz—
ruj, sarı peruk, göğsü ve popoyu saran
parlak kumaş – ve kimse tanıyamaz
artık bizi.
Geçmişe dalıp gider dostlar, ya da
asılırlar sırtını duvara vermiş
birden bire ortaya çıkan bu yabancıya.
O giysi –bir kadın gömleğidir, gerçekten—
liseden kalma. Siyahtır,
küçük mavi çiçeklerle süslenmiştir,
ve alelade bir dantelle çevrelenmiştir eprimiş etek ucu.
Eskiden, üstüne boya püskürtülmüş
bir svetşört ve fırfırlarının rengine uygun
bir çift kırmızı konversle giyilirdi. İzleyen zamanlarda,
taktığımızda peruklarımızı, giyeriz onu
kırmızı alçak topuklu ayakkabılarla,
insanı dumura uğratacak denli uzun kirpiklerimizle,
gece kulübüne gideriz perşembeleri ve keseriz ortamı
tanımadan birbirimizi.
Özleriz bazen
bir kız çocuğu olmayı, hışımla hareket edişini onun, parıltısını
geçip giden o parlak kuyruklu yıldızın—
hatırlarız böylece. Bir bütün olmadığımızı
hiçbir zaman. Ama, kısabilirsek gözlerimizi
bir sonraki anı görebilecek kadar,
anlayabiliriz henüz bizim olmayan o şeyi: bu beden
bildiğimiz bedendir hâlâ, ama değişmiştir
baştan ayağa: dümdüz göğsümüz,
yeni yürüyüş şeklimiz ve etrafımızda açan
mavi goncalar
bir fısıltı gibidir gırtlaktan gelen, nihayetinde
tuhaflığın kusursuz bir hâli.
Ari Banias
Türkçesi: Şakir Özüdoğru
Maureen Seaton
Amerikalı şair. Eight Mountain Şiir Ödülü, Iowa Şiir Ödülü, Lambda Edebiyat Ödülü Audre Lorde Ödülü gibi birçok ödüle layık görülmüştür. Şiirleri gerçeküstücü unsurlarla bezenmiş şaşırtıcı arayışların izinde annelik, cinsellik, beden gibi konuları işlemektedir. Şair aynı zamanda Denise Duhamel ve Samuel Ace gibi yakın dönem Amerikan şiirinin önemli isimleri ile ortak şiir kitapları üretmiştir. Miami Üniversitesi’nde ders vermektedir.
Hayatımın Kararı(nı Verdim)*
Otuz yaşımda, yeni boşanmış ve bir bedenim olduğu gerçeğine uyanmışken, Stepford kadını benzeri yirmili yaşlarımdan kurtulmama yardımcı olan bir erkek arkadaşım hakkında “Lois Lane” isimli epeyce detay içeren cinsel bir şiir yazmıştım. Sözümona normal düzcinsel hayatım hakkında şiirler yazmaya devam ettim, ta ki otuz birime gelene ve fonda Dirty Dancing çalarken New York Brooklyn’de eski Honda’mın ön koltuğunda beni baştan ayağı çiçeklenmiş bir lezbiyene dönüştüren bir kadınla tanışana değin. Böylece resmen arzunun bana ait queer yaşamına girmiş oldum ve o tarihten beri durmadan yazarak hem şiirde hem şiirin dışında libidomla mücadele ediyorum çünkü bunu yapmazsam beynim infilak edecek gibi hissediyorum. Bu nedenle, dünyayı queerleştiriyorum. “Queerleştirmek” fiilini seviyorum. Bir şeyi –bir ilişkiyi, bir restoranı, bir şiiri, babamın cenazesini, gezegeni, sınıfımı, sadece orada olarak queerleştirebileceğimi bilmek hoşuma gidiyor. Bu gerçek mi? Öyle olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. Ki Nutella kaşıklayarak, biliyorum, bu benim cüretim, çilek yiyen bir oda dolusu insana yeni bir aromanın imkanını getiriyorum. Ama hepsi aynı yöne doğru giden bir ata biniyorlar gibi görünüyor ben yeşil zebramla etrafta zıplarken. Eminim bana eğlenerek bakıyorlar.
Benim için queerleştirme arzusu daha büyük olanla ve akışkanlıkla ve dağınıklıkla ilgili, dağınıklığı sevenlerimiz bunu güzel bulsa da. Şimdi de arzuyla (ve bu aynı zamanda libido anlamına geliyor) bugüne kadar neden mücadele ettiysem aynı nedenle mücadele ediyorum – onu içine koymayı düşündüğüm çekmeceye sığmıyor. Bir su damlası gibi ben onu dürttükçe o da pörtlüyor. Enseme şaplak atıyor. Beni kırbaçlıyor.
Şiirlerim temiz ulantılı varlıklardan, ki aslında oldukça tanınabilir şiirlerdi bunlar, kimsenin hatta benim bile tamamını kavrayamayacağım büyük dağınık kolajlara dönüşmeye başladı. Bazen bir nesre –bir hatırat ya da bir hikaye- açılıyorlar ve ardından tekrar tanıyorum onları. Ah, diyorum. Vay canına! Normalim. Uygunlar. Ama şu şeyin arasında –şu eşik ötesi, sınırsız, isimsiz şey, şu esnek, dağınık, öngörülemez şey- nasıl isimlendireceğimi bilmiyorum bunu ve şiirin şemsiyesinin onu kabullenmeye devam edeceğini umut ediyorum çünkü şiir insanın bağları, kuralları ve bulguları darmadağın ettiği yerdir, şu şey, inanıyorum ki sadece queer olarak isimlendirebilir.
Eğlenceli çünkü, bir dönüşüm gibi, aldatıcı olanın bir haz olduğu düzcinsel tarafındansa libidonun queer tarafı ile mücadele etmekten çok mutluyum. Tam olarak ne olmam gerektiğini ve kimi arzuladığımı ve bu çeşit çeşit olasılıklar arasından aslında kiminle soyunacağımı ortaya çıkarmaya çalışmak gibi. Ve bir şiirin hiçbir türe ait olmamasına değin dökülüp saçılmasına izin verecek miyim? Bir ailesi ya da memleketi olmayan çok gözlü bir şey?
İlk akıl hocam bana şöyle demişti: “Şiir damıtmaktır, Maureen,” ve bu benim için bir kadınla dillerimizi birbirimizin ağızlarına sokarak öpüşene değin işe yaradı. Sonrasında şiir çamurun arasından dörtnala koşma ve çamura bulanma ve tepelerden aşağıya yuvarlanma ve kendi jetimle uçmak demekti. Kesinlikle başkası adına değil sadece kendim adına konuşuyorum ve artık hiçbir cevabım yok sadece sorularım var: Queer yazanlar sadece queerler mi? Ya da: Sadece Whitman’a tekrar mı aşık oluyoruz? Ya da: Yin ve Yang’ı queerleştirecek bir şey var mı? Ya da: Yin zaten queer mi? Ya da istediğimiz şeyi yazar ve ona herhangi bir isim vermezsek ve kendimizi herhangi bir biçimde adlandırmaz ve bütün zamanımızı kimseyi incitmeden, en azından buna niyet etmeden, sadece kendi istediğimiz şeyleri yapmaya verirsek ve bizi nasıl adlandıracaklarına dair kimsenin bir fikri olmaz ve yazdığımız her şey giderek büyür büyürse ve farklı cinsiyetlerden ve türlerden başka başka insanlarla yatar ve yazdıklarımız tamamlanır ve arzularımız birbirini karşılar ve tekrar büyürse ve artık şiirlerimizin erişemeyeceği kadar müzikle dolarsak ve biri bize bu kadar queer olunabileceğine inanmadığı için sorarsa –ne boksun sen?- ne cevap vereceğiz?
Not: Sıra dışı şairler Jericho Brown, David Groff, Ely Shipley ve Stacey Waite’ye ve güzel liderimiz Jim Elledge’ye teşekkür ederim.
(*) Kaynak metin için [PANK]’ın 2010 yılının Ekim sayısına bakılabilir: http://pankmagazine.com/piece/maureen-seaton/
Seks & Taş Yazıtları*
Bir keresinde, çok uzağa attığında volkanlar külleri ve soğuğu oyduğunda insanlar, geçmişte olan bir savaş gibiydi bu. Aklımı başımdan almıştın, sevimli küçük şapkan ve kısa eteğinle.
Bazen hiçbir şey olmazdı televizyonda eve geldiğimde. Kemikten ve ihtilaftan yapılmış zamanlarıydı bunlar karanlığın. Olguculuğun (varoluşun kireçlenmiş ve çekişmeli olduğu teorisi).
Oradan, ahlak kurallarının arasından boşluğu, hiç keşfedilmemiş ya da bozulmamış bir yerin lanetli yapışkan kavrayışını yolduğumuz yerden, ikimiz de sürgün edilmiş olsak da. Anlıyorsun nereye vardıracağımı bunu.
Fark edeceğimi düşünmüyordum lekeli camdan herkesin nasıl bakacağını bana. Düşünmeye başladım: Yapabilirdim. Gerçekten evlenebilirdim bir rahiple. Ya da bir korsanla.
Söyleme, birbirimizi öldürme ve iyileştirme biçimlerimizin içimizdeki cinsellik gibi süründüğünü.
De ki: Çok yakında belireceğim önünde altın bir taçla.
Düşün şimdi izleyicilerin arasında olsaydın, kimi görmek istediğini, ama dikkat et ateş karıncalarına. Kabartılar bırakıyorlar ayağın ısırılmış gibi Jüpiter’de.
(*) Bu şiir, Blackbird dergisinin 2009 yılı Sonbahar sayısından alınmıştır. Kaynak metin içinhttp://www.blackbird.vcu.edu/v8n2/poetry/seaton_m/index.shtml adresine bakılabilir.
Kar*
İniyorlar beyazlar otobüsten
96. caddede, hep birlikte,
ayrılması gibi bir elektrik telinden güvercinlerin
ya da umudun Harlemlilerin kalbinden.
Onlardan biriyim ben de, uyusa da sevgilim
iki durak ötede Malcolm X ve Adam Clayton Powell
bulvarlarının arasında bir yerde, o kadın, arzulayarak
kavramasını
dizlerinin ve göbeğinin kalçamı,
eşitsizliklerin koyulttuğu
bir rüyada arzulayarak bunu.
Riverside yolunda yaşıyorum ben. Yüzümün rengi
sayesinde geldim buraya. Beklenti doluydum
ve al aldı yanaklarım
karla kaplı akçaağaçlı parkın yanındaki
odayı kiralamaya gittiğim o günde. Saf umutlar
içindeydim dolaşırken nehir boyunda, inanarak
oraya ait olduğuma, halkımın
bu harikalar diyarını miras edindiğine
kesinlikle, onu hak etmişçesine.
Sevgilim kremalı kekler satın alıyor Araplardan
25. caddeden korsan kasetler
ve bir bıçak taşıyor arka cebinde onun olsa da
bilip bilebileceğim en nazik eller.
Umursamıyor köşedeki
çiş kokularını, sirenleri
sabahın dördündeki, beyni alkolden pelteleşmiş
herifleri. Ve güvenmeye çalışıyor
beyaz bir kadına
Riverside ağaçlarının gölgesinde uyuyan.
Dışarı çıktığımızda birlikte,
uzak duruyoruz pahalı kafelerden
Columbus Caddesindeki, yukarı doğu bölgesindeki
gezintilerden. Harlem şüpheyle ya da
hor görüyle izliyor bizi
kısılmış göz kapaklarının arasından.
Arkadaşlarımız var orada,
altın gibi yıkıntılarda gizlenen, kabul eden
bizi. Kar yağdığında,
cesurca geziyoruz her yerde, sanki kar
bir siperdi ya da bir ölüm.