Gitmek istemem nedense o kasabaya/ yaşadığım yerler tanınmaz olduysa/ Görmek istemem otelleri barları/ yeşil bahçelerin yerine konmuşlarsa/ Babamın sesi doldurmuyorsa kırları/ Anamın pişirdiği katmerin kokusu sarmıyorsa dört yanı/ hele evimiz de yerinde yoksa/ ne yaparım oralarda anılara ağlamaktan başka?/
Tepelerinde saklambaç oynadığımız incir ağaçları/ iyisini bir türlü seçemediğimiz narlar yoksa/ dallarına salıncak kurduğumuz asırlık dut kurumuşsa/ neşeli sesler oralarda artık çınlamıyorsa/ne bulurum gitsem de anılarımdan başka? /Kuşluk vakitleri içilen kahveler/ aşina yüzler yoksa/ Emine teyzenin evinde yabancılar kalıyorsa/ hele Emine teyze hiç yoksa /ne yaşarım oralarda acıdan başka?
Çocuk sevinçlerim/ platonik sevdalarım/ ve okul arkadaşlarım../ Siz anlatın bana o diyarları/ Gözlerimi kapatıp zaman zaman daldığım/ yüreğim burkularak hep hatırladığım /anılara karışan o uzak kasabayı… (*)
*****
Gitmem diyordum!.. Yüreğim buna dayanmaz diyordum!.. Sonunda gittim!.. Kapılar açıldıktan sonra güneyde kalan yerlerini görmek için akın akın insanların heyecanla koştuğu yerlere gitmekten kaçındım hep. Oradaki değişiklikleri görmek, bir zamanlar birlikte çok şey paylaştığımız, kader birliği yaptığımız insanların yerinde yabancıları bulmak düşüncesi beni tedirgin ediyordu. Doğduğum büyüdüğüm yerler hayallerimde hep eskisi gibi kalsın istiyordum.
Olmadı!.. Geçtiğimiz Pazar günü yeğenimin ısrarlarına dayanamadım. Aslında o, güneyi bilmiyordu bile. Güzelyurt’ta doğmuştu ama oraları merak ediyordu işte. Babasını (abimi) kaybetmişti ve onun yaşadığı yerleri, köklerinin hangi topraklardan geldiğini bilmek, ille de görmek istiyor; oraları benim ona göstermemi istiyordu.
Uzun bir otobüs yolculuğundan sonra Baf kasabasına ulaştık. Birkaç sokak haricinde tanımadığım yollardan geçtik ve 1963 ten sonra evlerimizi terk edip sığınmak zorunda kaldığımız Türk mahallesine ulaştık. Oraları adeta bir hayalet şehir gibiydi. Yıllarca göçmen olarak yaşadığımız tek odalı ev sadece dört duvarı kalmış bir harabeydi artık. Bir zamanlar seslerin, konuşmaların susmadığı o mahalle ürkütücü bir sessizliğe bürünmüştü. Oysa ne anılarımız vardı oralarda!..
Türk mahallesine göç etmeden önceki kendi evimizi, bahçemizi bulmaksa adeta zor bir bilmeceyi çözmek gibiydi. Belli ipuçlarıyla aradık ve nihayet çocukluğumuzun geçtiği topraklara ulaştık. Topraklara diyorum çünkü evlerden ve bahçelerden eser yoktu. Cennet gibi yeşillikler içinde olan evlerimizden geriye sadece birkaç yıkık duvar kalmış. Tek ağaç bile yok. Topraklarımızın iki yanından geniş caddeler geçirilmiş. Dayanılacak bir manzara değildi gördüklerim. Şaşkındım!. Hayal sukutuna uğramıştım. Ağlamak mı?. Ağlamak hafif kalırdı kime ve neye olduğunu tanımlayamadığım, tüm benliğimi saran isyan duygusunun yanında.
Yolculuğa “Gâvur taşı” denilen yerde mola vermiştik. (Burası mitolojide, güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit’in köpükler arasından doğduğu yer diye anılır.) Orada Magosa’dan, Lefkoşa’dan, Güzelyurt’tan, Girne’den gelen Baf’lılarla karşılaşmak içimdeki hüznü daha da artırdı.1974 ten sonra orayı mecburen terk edişimiz çoğumuzu farklı coğrafyalara, farklı iklimlere, farklı hayatlara savururken, yılların yıpratıcı zalimliği de buna eklenmişti. Bu yüzden birbirimizi tanımakta zorlanıyorduk. Yüreğim burkularak aşina yüzler ararken içimdeki ses “Bir bir geçiyor sevgi(li)ler gözleri yaşlı, son hatıra kalbimde o hançer gibi saplı. Yıllar geçiyor kapkara bir ufka telâşlı” şarkısını tekrarlıyordu takılmış plâk gibi.
Aradan bir hafta geçmesine rağmen hâlâ şaşkınım. Keşke gitmeseydim, görmeseydim, hayallerime ihanet etmeseydim diyorum sadece. Şimdi o kasabaya, eski günlerin hatıralarına hayallerimde, rüyalarımda yeniden nasıl kavuşabileceğimi düşünüyorum kara kara. Baf’a, orada yaşadığım yıllara, anılara hayali yolculuklar siler mi bu kötü intibaı?.. Ulaştırır mı beni yeniden yeşillikler içindeki evimize? Mezarları doğdukları yerde değil de yabancı topraklarda olan anneme, babama, ağabeylerime? Çocukluk arkadaşlarımı bulur muyum yeniden?.. Gidelim mi sizinle, şimdi çok gerilerde kalan o yerlere, o zamanlara?..
*****
Baf’taki evimiz bahçe içinde, taş ve kerpiçten yapılmış büyük bir evdi. Kasabanın merkezinden biraz uzaktı ve yollarımız da dar, toprak yollardı. Bu yüzden, kışın okula giderken iki ayakkabı kullanmak zorundaydık. Evden asfalta çıkan yola kadar giydiğimiz çamurlu ayakkabıları bir yere saklar, asfaltta diğerlerini giyerdik. O zamanlar yağmur da bolca yağardı. Yazın başka güzelliği vardı oraların, kışın başka. Evimiz “Kral Mezarları” denen denizin yanındaki bölgeye çok yakındı.( Bizim zamanımızda ne olduğunu bilmeden oyun oynadığımız o mezarlık alan şimdilerde müze haline getirildi) Kayalık bir denizdi orası ama biz hep oraya giderdik yazın. Mahallenin bütün çocukları ve genç kızları bizim bahçede toplanırlardı denize gitmek için. Annem şart koşardı. Yapılacak bütün işlere yardımcı olup bitirme şartıydı bu. Kuzularla, keçiler için dut yaprağı yolunur, tavuklar yemlenir, yumurtalar toplanır, annem nezaretinde öyle gidilirdi denize. Kamışlık ve kumu kadar kayası da bol bir denizdi orası. Gidiş ve dönüşlerde yol üzerindeki komşu evlerde mola verilirdi. Bahçelerden yaz meyveleri, özellikle incir toplanırdı. O zamanlar komşuluk ilişkileri de farklıydı. Kimin bahçesinde ne varsa misafirleriyle bölüşürdü. Gündüz deniz faslı bittikten sonra gurup olarak yine rahat durmaz, gece de sinemaya gitmek isterdik. Babam bırakmazdı, annem yorgun olurdu. Onların gönlünü etmek bu sefer komşulardan bir büyüğümüze düşerdi. Sinemaya bizi o götürürdü. Papatya sinemasına!.. Ve yaz günleri böyle sürer giderdi….. Geçmişte kalsalar da güzel zamanlardı onlar. Yalansız, riyasız tertemiz yıllardı. Şimdiyse, yazmaya başlandı mı ardı arkası kesilmeyen güzel anılara karıştılar. Onları anlatmak için sayfalar değil kitaplar yazmam gerek... Kim bilir?.. Bir gün belki…
(*) Baf’a özlem adlı şiirimden