Sonbahar

Hatice İNTAÇ

Sonbahar, yaprak dökümü mevsimi!.. Uzun, kavurucu bir yazdan sonra dört gözle gelmesini beklediğim mevsim!.. Bütün mevsimlerin özelliği, güzelliği başka da ben en çok bu mevsimi seviyorum. Yaz daha çok tatil ve uyuşukluk mevsimi gibi. Hele Kıbrıs’ta!.. Neyse ki dört bir yanımız deniz. Ya onlar da olmasa!. Yaz ayları boyunca sıcağından ve göz kamaştıran ışığından bıktırıp bizi gölgelere sığınmaya mecbur eden güneş şimdilerde daha solgun. Serinleyen hava ile birlikte onu özlemeye başladık bile. Gökyüzünün duru maviliği gitmiş olsa da bulutlar adeta bir tuvale resmedilmeyi özendirecek kadar değişik motifler sunuyor. İlham veren bir mevsim bu!. Erken uyanmak huyumdan ne kadar direndiysem vazgeçemedim. Okul ve çalışma hayatımda bu normaldi. Gerçi o zamanlar da tatil günleri, hafta sonları yine erken uyanıyordum ve buna alışkanlık diyordum da maalesef emeklilik yıllarımda da bu alışkanlık değişmedi. Belki de bilinçaltım bu saatlerin güzelliğini kaydetti de beni hep bu saatlerde uyandırıyor. Olsun ben bundan şikâyetçi değilim. Havalar serinleyeli beri sabahın erken saatlerinde, güneşin doğum öncesi kızıllığı eşliğinde yürüyüşe çıkıyorum. Etraf sessiz, insanlar daha uyanmamış. Yolda benim gibi tek tük yürüyüş yapanlar veya işe erken başlayan işçiler var. Tabiatla başbaşayım. Rüzgârın sesi, yaprakların hışırtısı ve yeni uyanan kuşların cıvıltısı huzur veriyor. Kısa süren güzel zamanlar bunlar. Eve döndüğümde ve televizyonu açtığımda yine içim kararacak. Yine trafik kazaları, madende boğulan işçiler, kadın cinayetleri, Akdeniz, doğal gaz, Barbaros Hayrettin Paşa vs. vs. Hele arap saçına dönen ve hiçbir tarakla açılamayan Kıbrıs sorunu!.. Bir adım ileriye gidemedik bu konuda hatta mehter takımı gibi iki ileri bir geriyi bile arar olduk. Hep geri geri gidiyoruz. Bu yüzden Kıbrıs kanallarını açmıyorum artık. Hep ayni haberler, ayni hikayeler, ayni yüzler.. Türkiye kanalları bizimkilerden de beter. Anne ile yavrusunun bu konuda birbirinden farkı yok. Tek fark birinin idare eden, diğerinin idare edilen olması. En iyisi belgeselleri izlemek galiba. Gökyüzü gri bugün. Yağmur yağma ihtimali var. Kuşlar dallarda veya saçak altlarında sinmiş. Sesleri azalmış sanki. Onlar da yağmurun habercisi gibi. Göçmen kuşların çoğu sıcak ülkelere göçmüş bile ama geç kalanlar da var. Kafileler halinde süzülüyorlar gökyüzünde. İlkbaharla birlikte yeniden dönmek üzere gidiyorlar. Zamanlarını ne kadar da iyi biliyorlar. Dikkat ettiniz mi hiç, ne kadar düzenli, ne kadar disiplinli ve paylaşımcılar. Önlerinde mutlaka bir kılavuzları var. Başı o çekiyor, yolu o gösteriyor. Diğerleri belli bir düzende onu takip ediyorlar. Gidecekleri yere salimen ulaşacaklarını bilmenin huzuruyla uçuyorlar. Yol göstericilerine güveniyorlar. Bizim de kılavuzlarımız var ama bizi yıllardır bir yere götüremiyorlar. Yerimizde saydırıyorlar. Güya bazen yola çıkarıyorlar, gerisin geri döndürüyorlar veya olmadık daha kötü yerlere götürüyorlar. Bu yüzden onlara uzun zamandır güvenimiz yok. Varmışlar yokmuşlar belli değil. Kendilerinden ve çıkar sağlama umudunda oldukları yakınlarından başka kimse umurlarında değil. Onların ve kayırıp zengin ettiklerinin tuzu kuru. Niye umursasınlar ki!.. Olan bunların haricinde olan vatandaşa oluyor. 1974 ten sonra rüyalarında göremeyecekleri kadar zengin oldu bazıları. Güneyden malını mülkünü bırakıp gelen göçmenlerin birçoğu hakkını alamazken çok az veya hiç hakkı olmayanlara ganimet mallar cömertçe dağıtıldı. Her seçim öncesi elde kalanlar da oy toplamak gayesiyle yine dağıtıldı. Torpili olmayanlar hiçbirşey alamadı, eşdeğer puan belgeleri çekmecelerde sarardı, eskidi. Aradan yıllar geçti değişen birşey olmadı çünkü sahnedeki simalar hep ayni kaldı. Başarısızlığın vebalini üstüne atacakları bir Anavatan vardı ya!.. Onlar hep rahatlarına, çıkarlarına baktılar. Hatırlı kişilere karşılıksız büyük miktarlarda krediler verirken asgari ücrete talim edenin faturasını ödeyemedi diye elektriğini kestiler. Bunlar çocukların bile duya duya ezberlediği şeyler. Saymakla bitmiyor ki.. 51 yıldır Kıbrıs müzakerelerini konuşuyoruz. Oysa iç meselelerimiz daha önemli ve biz onları bile henüz düzeltemedik, yönetemedik. Kendimize vekil diye seçtiğimiz ve bizi temsil etmesi gerekenlerin meclis toplantılarında ekranlara yansıyan davranışları onlara olan güvensizliğimizi daha da artırıyor. Biri kürsüde konuşurken, bir konudaki öngörülerini anlatırken diğerlerinin konuşmasından kürsüdekinin ne dediği anlaşılmıyor. Dinlemek zahmetine bile katlanmıyorlar. Tıpkı ilkokul çocukları gibi.. Atamalar hala partizanca yapılıyor. İşin erbabı, donanımlı yetenekler dururken partiye yakın olanlar bu mevkilere atanıyor. Bu yüzden devlet dairelerindeki sorumsuz, hantal yapının cezasını da maalesef vatandaş çekiyor. Kişisel ve toplumsal irademizi kullanıp saygınlığımızı ve özgüvenimizi kazanmanın zamanı artık gelmedi mi?.. Aslında bu konulara hiç de girmek niyetinde değildim yazıma başladığımda. Hele bu ilk yazımda güzel şeylerden bahsetmek isterdim ama o kadar ruhumuza işlemiş ki çözülemeyen bu adanın meseleleri, dönüp dolaşıp ayni noktaya geliyoruz. Oysa Sonbahar geldi, yağmurlar başladı. Uzun zaman suya hasret kalan toprak sevindi ve zamana özgü güzelliklerini sunmaya başladı. Siklamenler, çiğdemler, nergisler yüzlerini gösterdi. Mevsim çiçekleri, kasımpatılar, fitneler rengârenk gülümsedi. Dingin bir hüzün ve hatırlayış mevsimidir aslında Sonbahar. Ağaçların sarı, kızıl yapraklarının döküldüğü bu mevsim, geçmişte kalan yıllarımızı hatırlatır. Ömrümüzden eksilen yıllar da bizim yaprak dökümümüz değil midir aslında?.. Acı, tatlı geçen günlerimiz uzun metrajlı bir film gibi canlanır önümüzde. Eski albümlerdeki sararmış fotoğraflara dalıp gideriz. Her birinde ayrı bir hatıra.. Bazen kendimizle başbaşa kalmak isteriz bu mevsimde. Daha çok hatırlamak ve belki de daha çok hüzünlenmek için. Hüzün korkutmasın sizi. Sevinç gibi mutluluk gibi olmasa da o güzel bir duygu aslında. Hüznü tanımayan mutluluğu da huzuru da bilemez. Esasen bütün duygular insana özgü. İnsanı diğer varlıklarından ayıran özelliği de zaten aklı kadar duyguları da değil midir?.. Duyguları yaratmak da bir bakıma elimizde. Duygusuzluksa en büyük yoksunluk.