TAVŞAN KULAKLARI VE ANNEM

TAVŞAN KULAKLARI VE ANNEM

Şubat ayına rağmen ılık ve güneşli bir gün… Dışarıda kuşlar cıvıl cıvıl… Onların keyifli
ötüşleri bahçeleri de sarmış, şenlendirmiş. Günlerdir şiddetli esen lodosla, kırılırcasına
savrulan ağaçlar ve çiçekler bugün hafiften esen rüzgârda aheste aheste salınırken, gece
yağan yağmurla yıkanmış yaprakları bugün daha parlak, daha canlı… Görünen o ki, doğa
halinden memnun bugün. Umuyorum ki bu ortam kısa süreli de olsa memleket sorunlarıyla
altüst olmuş beynimize huzur verir, düşüncelerimizi dinginleştirir.
Çiçeklerin çoğu henüz kış uykusunda.. Uyanmak için baharı bekliyorlar. Yine de bahçeyi
süsleyen birkaçı var. Nergisler dallarında yarı solmuş, son demlerinde... Siklamenler pembe,
beyaz çiçekleriyle varlıklarını devam ettirmeye ve uçuk kokularını salmaya devam ediyorlar.
Ben onlara hâlâ ısrarla “tavşankulağı” diyorum. İstanbul’da öğrendim bir adının da siklamen
olduğunu. Hatta bununla ilgili komik bir de anım var…
Orada bahçem yoktu. Çoğu insan gibi apartman dairesinde yaşıyordum ve çiçeklerimi
balkonda yetiştiriyordum. Hatta sonradan tüm pencerelere ferforje yaptırmış; oraları da çiçek
saksılarıyla doldurmuştum. Sık sık çiçek seralarından çiçek alıyordum. Yine öyle bir gündü.
Bana en yakın yer olan Eyüp’e gitmiştim çiçek fidanı almak için. Orası da çiçek seralarıyla
dolu bir yerdi. Hâlâ da öyle… Serada dolaşırken tavşankulaklarını gördüm. Çiçekleri burada
bildiklerimden daha iriydi ve çeşitli renkleri vardı. Bense sadece beyaz ve uçuk pembesini
biliyordum. Yine de gördüklerim basbayağı tavşan kulağıydılar işte!.. Satıcıya
“tavşankulakları kaça” diye sorduğumda adamcağız afal afal yüzüme baktı. “abla biz tavşan
değil çiçek satıyoruz” dedi. Adam mı normal değildi, ben mi yanlış bir şey söylemiştim diye
şaşırdım. Adamı tavşankulaklarının yanına götürdüm ve elimle gösterdim. “Abla onlar
siklamendir” dedi. İşte o gün öğrendim oralarda adlarının siklamen olduğunu.
*****
Bir görüntü, bir koku, bir ses insanı nerelere götürmüyor, kimleri hatırlatmıyor ki bazen?…
Ben de bu Şubat gününde tavşankulaklarının uçuk kokusuyla eski günlere gittim yeniden.
Baf’ı, oradaki evimizi ve en çok da rahmetli anacığımı her zamankinden daha yoğun şekilde
hatırladım. Anılar dört yanımı sardı yine. O anılar ki; gelip dayanınca kapıya, sözlerin ardı
arkası kesilmez.. Hele onlar, yalansız, riyasız tertemiz zamanlara aitseler!… Böyle bir Şubat
gününde kaybetmiştik annemi tam 28 yıl önce… Tam da 21 Şubat olan bu günde… Nurlar
içinde huzurla uyusun…
Baf ‘taki evimiz bahçe içinde taş ve kerpiçten yapılmış büyük bir evdi. Kasabanın
merkezinden biraz uzaktı ve yollarımız da dar toprak yollardı. Bu yüzden, kışın okula
giderken iki ayakkabı kullanmak zorundaydık. Evden, kendi bahçemizden asfalta çıkan yola
kadar giydiğimiz çamurlu ayakkabıları bir yere saklar, asfaltta diğerlerini giyerdik. O zamanlar
yağmur da bolca yağardı. Yazın başka güzelliği vardı oraların, kışın başka… Kışın yabani
laleler, nergisler, tavşankulakları hatta sonradan orkide olduğunu öğrendiğimiz çiçekler
toplardık kral mezarları denen bölgeden. Evimiz şimdilerde müze haline getirilen “Kral
Mezarları”na yakındı. Hamarat ve meşakkatliydi anacığım. Hem bahçe işlerinde babama
yardım eder hem de evine ve çocuklarına yetmeye çalışırdı. Böyle yağmurlu ve soğuk kış
günlerinde ısınmamız ve iyi beslenmemiz için neler yapmazdı neler!...
Ocaklık denilen, şimdiki şömineye benzer bir yerde pişirirdi yemeklerimizi kışın. Öyle gaz
ocağı falan yoktu o zamanlarda. Hatta islim denilen pişirme cihazı bile evimize sonradan
girmişti. Ateşi yakmak bile olağanüstü zahmetliydi. Gözleri dumandan yaşarırdı anacığımın
ateşi yakarken. Ama odunda pişen yemeğin lezzeti de bir başka olurdu hani!.. O ocağın
üstünde neler pişirmezdi ki!.. Bize gelen arkadaşlarım hala annemin yaptığı yemekleri
anlatırlar. Kazan dolusu üzümlü kırmızı kabak pişirirdi. Bir kısmı ile börek yapardı. Bütün
mahalle ve bize gelenler mutlaka tadarlardı o kabaktan. Babam çok sevdiği, şimdilerde
zahmetli olduğu için çok az insanın yaptığı bumbar dolması en az haftada bir mutfağımızın
konuğuydu. Hele Baf usulü katmeri çok meşhurdu annemin.
Kıbrıs’ta katmer her bölgede farklı yapılır. Baf’ta hamur, zeytinyağı ve şekerle yapılırdı.
Hamuru açmak da ayrı bir maharet isterdi. İnce açmak gerekirdi. Annemin oklava ile açtığı
hamur arkası görünecek kadar şeffaf olurdu. Hamur kare şeklinde kapatılır ve sacta
pişirildikten sonra içine zeytinyağı ve şeker konurdu. Tadına doyulmazdı annemin yaptığı
katmerin. Ara sıra ben de yufka ile yapmaya çalışıyorum ama nafile. Nerede o eski lezzet?..
*****
Hayatta yaşadığımız her şey aslında bir süreçtir. Yaşanır, bilgisi alınır ve form değiştirir.
Olayları yaşarken, onların hangi yanımızı eğittiğini, hangi yönde ufkumuzu genişlettiğini ve
bilgilendirdiğini fark etmekle bilinçli ve farkındalık dolu bir hayat yaşarız. Bu farkındalık içinde
kendimize hedefler belirleriz. Hepimiz zaman zaman sorarız kendimize yaşamın hedefi nedir
diye. Herkes kendi dünyasında küçük ya da büyük hedefler seçer ve onları gerçekleştirmek
için didinir durur. Doğuyoruz, büyüyoruz, okuyoruz, meslek sahibi oluyoruz, yuva kuruyoruz,
para kazanmak için çabalıyoruz ve sonra da ölüyoruz!..
Ne kadar sıradan şeyler bunlar!.. Oysa hayatta daha derin, daha anlamlı şeyler olmalı.
Hayatın anlamını keşfedebilmek için; insanın kendi kişisel yazgısını, yaşamdaki hedeflerini
ve en önemlisi kendisini bulması; aydınlanıp gelişebilmesi için kendi içine bir yolculuk
yapması gerekir. Çünkü kendi içimizdeki ülkeyi keşfetmeden gerçek anlamda büyümek ve
olgunlaşmaktan bahsedemeyiz.