Ne yazık ki rıhtımdaki sevgililer yok şimdi yerinde
parantez içindedir artık eski fotoğraflar bile
Erguvan hayallerin son bulduğu o yerde
İnce bir hüzündür geriye kalan kalpte ( H.İ )
Hayatımıza uzun süredir davetsiz misafir gibi giren; korku ve panik bir yana sıkıntılı zamanlar yaşatan ve ne zaman defolup gideceği belli olmayan şu corona…
En sade hayatlara bile geçmişi aratan.. Modası geçmiş maskeli baloları hayatımıza zorla sokup soluğumuzu daraltan… İnsanı insandan uzaklaştıran… Bir fincan kahveyi korkuyla yudumlatan..
İnsanlığa düşman olarak oluşan veya oluşturulan bu virüsle belli ki uzun bir süre daha mücadele edeceğiz. Mümkün olduğu kadar korunarak… Onu yakınımıza sokmayarak… Moralimizi de bozmayarak.. Elimizdekilerle yetinerek.. Hobiler edinerek… Kendimizi ve yakınlarımızı huzurlu, neşeli kılacak meşgaleler bularak… Belki şarkı dinleyerek, kitap okuyarak, yazarak, çizerek…
Ben bugün yazıda karar kıldım. Siyasetten, savaşlardan, hastalıklar, yalanlardan, dolanlardan bahsetmeyen bir yazı olsun istedim ve tek heceli bir kelimeden oluşan bir konuyu seçtim. Bakalım içinden çıkabilecek miyim?..
Var olduğundan beri insan, aşk denen duyguyu da diğer duygular gibi tanımlamaya çalışmış; onun yüzlerce, binlerce tanımı yapılmış, onu ifade edecek sayısız şiirler, romanlar, öyküler yazılmış, aşk üstüne şarkılar yapılmış, türküler yakılmış ama yine de aşkın tanımını tam anlamıyla yapmak, onun nasıl bir duygu olduğunu anlatmak mümkün olmamıştır. Oysa o, üç harfli, tek heceli küçücük bir kelime!.. Ama uğrunda Ferhat’a dağları deldiren, Mecnun’u çöllere düşüren, Leylâyı ölüme götüren tılsımlı bir kelime!...
Bazı araştırmacılar aşkın, insanın kimyasını değiştirdiğini, hormonlarla ilgili olduğunu ve bu yüzden de duyguların normal zamanlardakinden daha farklı yaşandığını; gülmenin, ağlamanın, acı çekmenin , neşelenmenin, heyecanlanmanın abartılı olduğunu savunurlar.
Yürekte bir kıpırdanıştır aşk, ama her kıpırdanışın adı aşk değildir. Bazen bir koku, bazen bir ses aşka davetiye çıkarsa da, o her zaman ortaya çıkan bir durum değildir. Bu yüzden aşkın tanımını yapmak da mümkün değildir. O, herkese göre değişen bir duygu, farklı bir tattır. Anlatılmaz, yaşanır… Onun duyumdan başka kanıtı ve belgesi yoktur ve anlatılamayacak kadar özel bir hikâyedir.
Bazılarına göre, mutluluk amaçlıyormuş gibi algılansa da aslında, çıkmazların ve mutsuzluğun peşine düşmek demektir aşk. Gerçek aşkı yaşamış olan Leyla’yla Mecnun, Ferhat’la Şirin, Kerem’le Aslı mutlu olabilmişler miydi?.. Belki de imkânsızlıklar, engellerdi onları bu derece birbirlerine tutkun yapan. Herşey kolay olsaydı birbirlerine böyle aşık olmazlardı belki de… Gerçek aşk onlarınki idiyse o takdirde aşk, acı veren, hırpalayan,yıpratan ve hüsranla biten bir duygu değil midir?
Bu derin ve hassas konuya giriş nedenim, aşk evliliği yapan iki arkadaşımın sudan sebeplerle ayrılmalarından dolayı yaşadığım şok oldu ama girdiğime gireceğime pişman oldum. Öyle hassas, öyle derin bir konu ki bu! İçinden çıkabilene aşk olsun. İnce işler bunlar. Bu yüzden başlamış bulunduğum bu konuyu tamamlamak için epey araştırma yapmak zorunda da kaldım.
Bazılarına göre de aşkı başlatan cinsel cazibedir. Buna rağmen aşık olunan kişiyle birlikte olmak veya ondan uzak durmak aşkın ömrünü yani ne kadar süreceğini belirleyen faktördür. Bu sürenin uzunluğu ise kişinin bastırmış olduğu duygularıyla alâkalıdır. Bastırılmış duygularını tüketene, yani aşık olduğu kişiyle birlikte olana dek aşık olmaktan kurtulamaz. İlişki, aşkı kısa sürede tüketir. Bu düşüncenin karşıtı olan başka bir görüş de düşünsel, duygusal ve bedensel boyutuyla karşılıklı iki insanın bütün olarak birbirini fethetme isteğine dayalı bir ilişkiyi savunur aşkı tanımlarken.
Bir başka düşünceye göre – ki ben bunu pek tasvip etmiyorum- aşk narsistik bir durumdur. Birey aslında kendi kendine âşıktır ama bunu dile getiremez. Kendine duyduğu aşkı başka birine yöneltmek durumundadır. Bu yüzden kafasında bir imge, bir imaj yaratır ve yarattığı imajı karşısındaki kişiye yükler. O insanı olabildiğince yüceltir. Aslında yüceltmek istediği kendisidir ama bunu yapamadığı için sürekli aşık olduğu insanı yüceltir. Bunu yaparken kendini aşağılanmış hisseder ve bir ego gerilemesi yaşar. Aşağılanmış hissetmek bireye büyük bir ruhsal acı yaşatır. Kendisini eksilmiş, değersiz ve yetersiz hissettikçe aşkı büyür ve nihayet hedefine ulaşır yani narsistliğin gereği olarak acı çeker.
Yazımın başında da söylediğim gibi herkes aşkı değişik biçimlerde ve kendine göre tanımlamış. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın hepsinde müşterek olan acı bir gerçek vardır. Zaman her acının ilacı iken ne yazık ki her aşkın birinci derece katil zanlısıdır. Çünkü zaman, duyguların yoğunluğunu tüketir, özelliğini değiştirir. Birliktelik artık sevgidir, saygıdır, sefkattir, hoşgörüdür ama asla aşk değildir. Yapılan klinik deney ve gözlemlerle aşkın ömrünün minimum üç, maksimum beş yıl olduğu sonucuna varılmıştır. Bu yüzden “Mutlu aşk yoktur” denir hep. Bence bu konuda en güzelini aşağıdaki dizelerle Bedri Rahmi Eyüboğlu söylemiş.
“Bütün kitapları yakmalı/ Sevda üstüne ne söylenmişse yalandır/ Kitaplara göre insan/ karanlıkta yüzüne bin mumluk lamba tutulmuş/ gözleri, yüreği kamaşmış insandır/ aptaldır, hastadır, kahramandır/ bütün kitapları yakmalı/ sevda üstüne ne söylenmişse yalandır/İçinde tek bir süret yaşayan yüreğe yürek mi derler/ bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar/ bir tek meyve veren dalı keserler/İnsan dediğin bir buğday tarlası olmalı/ esti mi rüzgar bir değil milyonlar için esmeli/ insan dediğin derya misali/ uçsuz bucaksız olmalı.”