Ay-yıldızlılar ilk 12 Haziran'da Hırvatistan'la buluşuyor. Tesadüf bu ya iki ülkenin tarihlerindeki ilk Avrupa Şampiyanası maçı da birbirine karşıydı.
Fatih Terim yine takımın başındaydı. Tarihler 11 Haziran 1996'yı gösteriyordu.
Milletçe rakibin usta ayaklarından çekiniyorduk. Zvonimir Boban, Robert Prosinecki, Alen Boksiç, Davor Suker, Aljosa Asanoviç... Say say bitmiyordu. Mücadele tam golsüz bitecek derken, Boksiç'in yerine giren Goran Vlaoviç ağları bulmuştu. Son adam konumundaki Alpay onu düşürmeyerek fair-play ödülü alacaktı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan Yugoslavya Krallığı'na dahil olan Hırvatistan, İkinci Dünya Savaşı sırasında bağımsız bir devlet statüsüne kavuşmuştu. Federasyon, 1941'de FIFA'ya üye olmuş, 15 hazırlık maçı yapmışlardı.
Harbin bitimiyle birlikte kurulan Yugoslavya Cumhuriyeti'nin 1991'e kadar bir parçasıydılar. Ertesi yıl önce Birleşmiş Milletler, ardından FIFA'ya üye olan ülke, UEFA için bir sene daha beklemek zorunda kalmıştı.
Bu yüzden 1994 Dünya Kupası elemelerini kaçıran Hırvatistan, oynayabildiği ilk büyük organizasyon olan Euro 1996 için vizeyi almıştı. Resmî olarak serüvenlerinin başlangıcından bu yana bir Avrupa Şampiyonası, bir de Dünya Kupası kaçırdıklarını, onun dışında hep turnuvalarda boy gösterdiklerini anımsatmalı.
Daha önce ikisi hazırlık maçı olmak üzere toplam altı maça çıktık. İki mağlubiyet, üç beraberlik almış; Euro 2008'deki unutulmaz çeyrek finali penaltılarla kazanmıştık.
Ne karşılaşmaydı. Şüphesiz Viyana'daki randevu, turnuva tarihinin en unutulmaz karşılaşmalarından biri. Gol sesi çıkmayan ve uzatmalara giden mücadelenin 119. dakikasıydı. Kalesinden hatalı bir şekilde çıkan Rüştü, Luka Modriç ile düellosunu kaybediyor, maestronun ortasında Ivan Klasnic kafayla fileleri buluyordu. Onun aslında öyle bir öyküsü vardı ki.
Bir önceki senenin başında annesinin böbreğini nakletmişlerdi ona. Vücudu yeni organa direnince, iki ay geçmeden yeniden ameliyat masasına alınmış, babasının böbreğiyle yaşama tutunmuştu.
Doktorlar, Werder Bremen forması giyen forvetin aylarca sahaya çıkmasına izin vermemişti. Eylül ayında idmanlara başlayan yıldız, Kasım sonunda ancak formasına kavuşabilmişti. 2008'in Mart ayında milli takıma yeniden çağrılan Klasniç, grupta Polonya'ya da gol atmıştı.
Hırvatlar haliyle kutlamalara başlamıştı. Son düdük beklenirken, Semih milyonları ayağa kaldırıyordu. Uzatmaların uzatmasında, 122. dakikada fileleri bulan forvet 'yarı finalist penaltılarla belli olacak' diyordu. “Hey yavrum benim be” diyen Rıdvan Dilmen milyonlara tercüman olurken, Slaven Biliç'in dördüncü hakeme koşusu akıllara kazınıyordu.
Kâğıt üstünde daha yetenekli ayaklar onlardaydı. Bugünün Real Madrid orta sahasının dinamosu Modriç, Barcelona'nın vazgeçilmez isimlerinden Ivan Rakitiç. Bu iki yıldız heyecanlarına yenik düşüp topu auta vurmuştu.
Arda, Semih ve Hamit beyaz noktadan hata yapmazken, Rüştü Mladen Petriç'e hayır diyince, rüyalar gerçek olmuş; yarı finale çıkmıştık. Yoluna doludizgin devam eden Hırvatistan ise 1998 Dünya Kupası'nda üçüncü olacaktı.
Euro 2012 elemelerinin play-off aşamasında Biliç ve öğrencileri rövanşı aldıysa da Ernst Happel Stadyumu'nun çimleri Amerikan filmlerini aratmayan bir senaryoya sahne olmuştu. O dakikada gol yiyip uzatmalarda geri gelmek tam bizim yapabileceğimiz bir şeydi.
Boğa gibiler
Ay-yıldızlılar 17 Haziran'da son Avrupa şampiyonu İspanya ile karşılaşacak. Lafı uzatmadan sadede gelmeli.
Bugüne kadar oynanan altısı resmî toplam dokuz maçın dördünü Boğalar kazandı. Dört mücadele beraberlikle biterken, Türkiye bir kez gülebildi. Fakat o galibiyet, bizi tarihimizin ilk büyük organizasyonuna götüren yoldaydı. Müsaadenizle biraz geriye dönmeli.
1954 Dünya Kupası elemelerinde İspanya ve Hollanda ile aynı gruba düşmüştük. Portakallar çekilince, geriye tek rakip kalmıştı.
Ev sahibi Madrid'de 4-1 kazanmıştı. Mithatpaşa Stadyumu'ndaki rövanşta millilere galibiyet gerekiyordu. Bir an gözlerine inanamamış olabilirsiniz. O zamanlar gol averajı uygulanmadığından, ilk mücadelenin sonucu önemli değildi. Canavar Burhan sol volesiyle, eşleşme tarafsız sahadaki üçüncü karşılaşmaya taşınıyordu.
Roma Olimpiyat Stadyumu'nda bir avuç Türk vardı; radyolarının başında ise milyonlar.
Gol düellosu şeklinde geçen maçta perdeyi bu sene ölen Jose Luis Artetxe açmıştı. Canavar Burhan skora denge getirmiş, yine bu sene kaybettiğimiz Suat Mamat ay-yıldızlıları öne geçirmişti. İspanya baskısı sonuç vermiş, Venancio Perez tabelayı eşitlemişti.
Bu da yetmezmiş gibi sakatlanan Tugay Şeren çıkıyor, Şükrü Ersoy kaleye geçiyordu. 90 dakika bittiğinde skor 2-2'ydi.
“Şimdi heyecan, siz deyin bin misli, ben diyeyim yüz milyon misli, başkası desin on trilyon misli. Uzatmanın yarım saatindeki inanılmaz heyecanı anlatmak için, rakamları bozmak bile yeterli değil. Öylesi kalp çarpıntısı içinde, Şükrü'nün koruduğu kalede gol tehlikesi üstüne gol tehlikesi... Ve bir an geliyor: İtalyan hakem Bernardi'nin düdüğü duyuluyor: "Maç bitti!"
Halit Kıvanç ustamız böyle yazmıştı uzatmaları. Fakat ne olacaktı?
Hakem görevlileri çağırmıştı. Kaptanlar, FIFA yetkilisi, herkes oradaydı. Dünya Kupası bileti, kuraya bağlanmıştı. Ufacık bir çocuk, iki ulusun kaderini belirlemişti.
Reha Erus’un yıllar önce konuştuğu Franco Bianco, o günü şöyle anlatmıştı:
“Evimiz stada yakındı ve biz maçlara hep bedava girerdik. Goller atıldı, maç bitti. Stattan çıkarken iki polis memuru peşime düştü. Ben koştum onlar kovaladı ve sonunda yakalandım. Maça beleş girdiğim için yakalandım sandım, bırakmaları için yalvardım. Bırakmadılar, gözlerimi beyaz bir mendille bağlayıp, bir kupanın içindeki iki kağıt parçasından birini çekmemi istediler. Korkarak sağ elimi götürdüm parmaklarıma çarpan ilk kâğıdı çıkarttım. Elimden kâğıdı alan kişi 'Turchia' diye bağırdı.”
17 Mart 1954’te Türkiye, İtalyan bir çocuğun yardımıyla tarihinde bir ilki başarmıştı. Franco yaşasaydı, bugün çoktan yetmişini devimiş olacaktı. Oysa Erus’tan öğrendiğimiz kadarıyla seneler önce bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti.
Çekler'i çekme modası
Euro 2016 D Grubu'ndaki son maçımız 21 Haziran'da; rakip elemelerde de yolumuzun kesiştiği Çek Cumhuriyeti. Zaten her iki ülke sık sık karşılaşıyor; birbirlerinin tarihinde de önemli rol oynuyor.
Türkiye, futbolda Olimpiyat arenasında ilk kez 1924'te boy göstermişti. Çekoslovakya 5-2'lik skorla yoluna devam ederken, millilerin golleri Almanya'da top koşturan Bombacı Bekir'den gelmişti. Bu karşılaşma bizim tarihimizdeki ikinci maçtı. Romanya ile bir önceki sene hazırlık müsabakası yaptığımız düşünülünce de ilk resmî sınavımızdı.
1 Ocak 1993'te Çekoslovakya dağılmış, Çek Cumhuriyeti ile Slovakya resmen ayrılmıştı. İşte o Çek Cumhuriyeti tarihinin ilk hazırlık karşılaşması için İstanbul'a gelmiş, ay-yıldızlıları İnönü Stadyumu'nda 4-1 yenmişti.
1934 ve 1962 Dünya Kupası'nda ikinci olan, 1976 Avrupa şampiyonu Çekoslovakya ile 10 kez buluşan ay-yıldızlıların hanesinde bir galibiyet, yedi de mağlubiyet yazıyor. Taraflar iki defa da berabere kalmışlar.
Çek Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra millilerin karnesi bir parça düzelmiş durumda. Bugüne kadar oynanan dokuz maçın üçünü kazanan ay-yıldızlılar beş kez sahadan yenik ayrılmış; taraflar bir kez de yenişememişler.
Peki onların asıl buz hokeyine meftun olduklarını biliyor muydunuz? Bugüne kadar bir Olimpiyat altını, altı da dünya şampiyonluğu bulunan ülke, Rusya, Kanada, Amerika, Finlandiya ve İsveç'le birlikte buz hokeyinin en güçlü altı takımından biri durumunda.
Futbolda ise kuruldukları günden bu yana her Avrupa Şampiyonası'nda boy gösteren Çek Cumhuriyeti, 1996'da ikinci olmuştu. Tesadüfe gelin ki elemeleri geçemediklerinden, Dünya Kupası'naa sadece 2006'da katılmışlardı.
Söylemeye gerek yok; bizim açımızdan iki ülkenin en önemli randevusu Euro 2008'de gerçekleşmişti. Santra öncesi tarihte pek görülmeyen bir durum yaşanıyordu, zira her iki takımın her şeyi eşitti. Kazanan çeyrek finale çıkıyor, beraberlik halinde doğrudan penaltılara gidiliyordu.
Basketbol takımlarında sırıtmayacak bir boya sahip Jan Koller kafayı vurduğunda tadımız kaçmıştı. Jaroslav Plasil'in ikinci yarıdaki golü kim bilir bazılarını ekranların başından uzaklaştırmıştı.
Son çeyrek dilimde ise tarihin en büyük geri dönüşlerinden biri yaşanıyordu. Hamit'in sürüklediği akınlarda milliler hesabına perdeyi Arda açmıştı. Bugünün Barcelonalısı Petr Cech'i gafil avlamıştı. Daha 15 dakika vardı.
Cech'in elinden kaçırdığı top Nihat'ın önünde bitince skor bir anda eşitlenmişti. Çek file bekçisi kariyerinin en büyük hatasını yapmıştı. Bir anda tur elvidenlerin arasından kaymış, ibre bize dönmüştü.
Birçoğumuz kafamızda penaltıcıları seçerken, Hamit defansın sağına deplase olan Nihat'ı görüyor; o günlerde İspanya'da forma giyen forvet jeneriklik bir gole imza atıyordu.
Maç bitti derken, bu sefer de Volkan sahne alıyordu. O ana kadar iyi bir turnuva çıkaran kaleci uzatmaların sonunda atıldığında gözlerimize inanamıyorduk. Karşılaşmayı yorumlayan Rıdvan Dilmen milyonların tercümanı oluyordu: “Yapma Volkan!”
Fatih Terim üç değişiklik hakkını kullandığından, zorunlu olarak Tuncay eldivenleri teslim alıyordu. Korkulan olmuyor, son düdük yüreklere su serpiyordu.
Evdeki hesap çarşıya uymuş, çeyrek final bileti cebe konmuştu. Ama ay-yıldızlıların başka planları vardı; Hırvatistan karşısında daha da imkânsız başarılacaktı.