Şu sıralar kaçmak istiyorum. Uzun uzun yürümek ve yol almak dağlarda. Aslında her şeyden, herkesten kaçmak istiyorum. Üzerime üzerime gelen duvarlardan, samimiyetsizliklerden, kara haberlerden kaçmak istiyorum. Teknolojinin yarattığı gergin ortam, paranın yarattığı adaletsizlik, güç kavramının yarattığı iktidar kavgaları beni, her gün daha da geriyor. Taş devri insanlarına gıpta ile baktığım bir dönemden geçiyorum. Dün sabah yine Detay’daki ofisime girdiğimde, daha kahvemi bile yudumlamadan baktığım gazetelerde toplumsal olarak darmadağın olduğumuzu bir kez daha fark ettim. Ülkenin olumsuzlukları, yaratılan kötü çevre, umuda sıkılan kurşun her geçen dakikada bizi daha da yoruyor. Yorgunum. Tecavüz mü istersiniz yoksa uyuşturucu haberi mi? Yolsuzluk iddiası mı yoksa rant kavgası mı? Bir yanda trafik kazaları, diğer yanda kanser denen hastalığın getirdiği acılar ve belirsizlikler. Kaçmak dedim ya uzaklara, Aslında kaçmanın çare olmayacağının da bilincindeyim. Çünkü ne kadar uzağa kaçsak da, kendimizden, kendi gerçeklerimizden kaçamıyoruz. *** Artık ülkede yozlaşan sağı ve solu yazmak istemiyorum. Artık sendikaları, sivil toplum kuruluşlarını, sert eleştirileri de görmezden gelmek istiyorum. Siyasetteki yüzeyselliği, seçimlerdeki atışmaları, gülücükler dağıtan siyasileri gördükçe mideme sızılar giriyor. İşsizlik, sistemsizlik, vizyonsuzluk üst üste eklendikçe daha da çekilmez oluyor toplumsal davranışlarımız. *** Çalan telefonlarda “toplantıdayım” yalanları var. Aslında her şey yeşil kağıt parçalarına endekslenmiş bir hayatın merkezindeyiz. “Para ile saadet olmaz” diyenlerin parasız hiç olmaz diye fısıltıları da var. Oysa bir anda içimde bir filiz beliriyor. Sevdiklerimi düşündükçe, bizi çıkarsız sevenleri, iyi günde, kötü günde yanımızda olanları düşününce yüzümüzde tebessüm şekilleniyor. Hele “ölüme çare yok” sözünün ağırlığında, gidenlerin hayalini kurdukça bir anda moralimiz düzeliyor ölümün zor anlarında. Her sohbette bir kanser vakası daha duyuyoruz. Her defasında zamansız gidişlere üzülüyoruz. Gencecik çocukların tekerlekli sandalyeye hapsolmuşluğu, gözleri görmeyen, kulakları duymayan bireylerin yaşama azmi şikayet etmeye hakkımızın olmadığını ortaya koyuyor. Farkında mısınız yeni dediğimiz yıl bile hızla tükeniyor. İlk ayın ortasını çoktan geçtik. Tıpkı geçip giden doğum günlerimiz, pastalarda artan mumlar gibi iç hesaplaşma yapmamız gerekliliği ortada. Hayat yeterince uzun değil. Hayat yaşanan gerginliklere, kırgınlıklara takılacak kadar adil de değil. Tarihsel yorgunluğumuz ilişkilerimize hatta DNA’larımıza kadar işledi. Toprak yorgun, biz yorgunuz. Ama unutmamalı, tıpkı şairin dediği gibi “ Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana”