Kaçıp gitsem uzaklara, Bir martı gibi süzülsem. Üstelik cep telefonu, internet, televizyon hatta radyo da olmasa. Pantolonumun paçalarını katlasam ve kuma bassam. Deniz ülkesinde yaşarken denizden uzun düşmek, huzuru hissedememek ve gerginliklerin odağı olmaktan usandım. Çok bilen çok yanılır düşüncesi içinde saf olmamaya kızıyorum. Yani umursuz olamama, sorumsuz olamama acı veriyor. Güneşin tenimi yakmasını ve aslında bundan keyif almayı özledim. Bir Fener maçı olsa ve ben doyasıya küfretsem... Üstelik “sahalarda küfür istemiyoruz” söylemlerine de küfretsem. İş biraz fanatizm, biraz aidiet duygusu biraz da futbol aşkı olsa. Ama en önemlisi 90 dakika için bile olsa tek derdim “Fener gol yemesin!” olsa. Rakip takımın önemi yok, önemli olan deşarj olmak, gerisi yalan. Eski platonik aşklarım aklıma gelse. Üstelik o aşklarda eskittiğim zamanları, hayatın neler getireceği beklentilerinde, şimdilerde o eski sevdalarda, ne kadar az ortak şeyimin olduğunu fark etsem o kadınlarla. Kazak, bot giysem. Üşüsem, Yağmurda ıslanmaktan endişe duysam. Yurt dışına her çıktığımdaki, yurda dönüş yolunun çelişkilerini hatırlasam. İş telaşı, ayni rutin koşuşturmacanın ruhsuzluğu… Sonra ülkemi düşünsem. Sığ düşüncelerde küçük hesapları. Aslında bir iç hesaplaşma bu yazı. Yazın telaşlarında yapraklar yavaş yavaş düşmeye başlıyor. Hava erken kararıyor ve küçük kırgınlıklar büyütüyoruz içimizde. Adalet kavramını sorguluyoruz. Telaşımız “en büyük kimin derdi” şeklinde. Aç değil, açıkta hiç değilken, kesitler geçse gözlerimin önünden. Gayet romantik bir ortam, bir gondol ve Venedik şehri… Unutulmaz bir tatildi belki ama şikayetçiydim kentin lağım kokusundan. Rüzgarla üzerime sıçrayan sudan şikayetçiydim. Tıpkı sahilde yürürken, gelip ayaklarıma vuran ve çorapları da ıslatan dalgalardan şikayetçi olduğum gibi. Şimdi içim acıyor. Ben ne kadar kaçsam ölüm korkusu sarıyor dört bir yanımı. Hayatımı kaybetmek değil, sevdiklerimi kaybetmenin endişesini yaşıyorum. Sahile vuran çocuk bedenlerinin fotoğrafları yetmezmiş gibi, bir de videoları çıkmaya başladı karşıma. İnsanlığımdan utanıyorum, Islanmak üzerine yaptığım serzenişlere kızıyorum karşıma çıkan ıslak ve ölü çocukların görüntülerinde. Birden sevgili dostum Birol aklıma geldi. Araba ile yol alırken, gazeteci refleksinde gördüğümüz kalabalık. “Acaba ne oluyor” diye sorgulamamız ve üzeri örtülü minicik bir cesede 1-2 metre yakın oluşumu anımsadım. “Boşver” dedik, işimizi yapamadık ve terk ettik olay yerini. Bu kadar söz nedendi diye soracak olursanız, hayat gerçekten zor. Şikayetlerimiz çoğu zaman anlamsız. Hal böyle olunca kimin acısı daha iyi diye sorgulamak lazım….