“Sevdikçe seni ömrüm artar ey yâr Aşkındır bana güzelim yadigâr Baş başa kalsak seninle bir an Döksem sana içimi kalbim ferahlar….” Şubat ayına rağmen ılık ve güneşli bir gün. Ağaçlar, çiçekler uzun, yorucu bir yol yürümüş ve artık hedefine varmış bir yolcunun huzurlu adımları gibi hafiften esen rüzgârda aheste aheste salınıyorlar. Dün gece yağan yağmurla yıkanmış yaprakları bugün güneşle daha parlak, daha canlı… Kuşlar, zamansız gelen bir bayramı kutlar gibi. Yarın belki yine hava soğuyacak, yağmur yağacak ve onlar yine kuytulara çekilecekler ama bugün çok neşeliler. Radyodan gelen başka bir ses; bir şarkı onların sesine eşlik eder gibi doğaya yayılırken beni de müziğin tılsımlı diyarlarına götürüyor. Eskiden beri çok severek dinlediğim hatta zaman zaman söylediğim bu şarkıyı yeniden duymak beni nerelere, hangi zamanlara götürmedi ki!. Uzun zamandır dinlememiştim. Onu yeniden duymak, çok sevdiğim eski bir dosta, bir sevgiliye kavuşmak gibi bir şey oldu!. Yeni kuşağın belki de çok azının bildiği, sanat müziği meraklılarının ve bizim kuşağınsa çok sevip benimsediğine inandığım bu nihavent şarkı, Neveser Kökdeş hanımefendi tarafından bestelenmiştir. Yıllar önce bestelenmiş olmasına rağmen hâlâ birçok güzel ses tarafından yorumlanıyor. Bestekârı, yaşadığı zamanlarda bu şarkıyı en çok Sabite Tur Gülerman’ın, Aylâ Büyükataman’ın, İnci Çayırlı’nın sesinden dinlemeyi severmiş. Son zamanlarda billur sesi ile Melâhat Gülses de şarkıyı çok güzel yorumlayanlardan olmasına rağmen ben ille de Zeki Müren’den dinlemeyi tercih ediyorum. Çünkü onun sesinde çok daha derin bir şeyler buluyorum. Bu güzel eserin maalesef sözlerinin kime ait olduğu bilinmiyor. Kim ise ruhu şadolsun. İnsanoğlu duyguları ile var olan bir varlık. Bu duygularını bazen yazı, bazen resim bazen de müzikle su yüzüne çıkarma ihtiyacındadır. Müzik, duygu ve düşünceleri aktaran bir aracı olmaktan öte bir özelliğe de sahiptir. Öyle melodiler, öyle şarkılar vardır ki, üst seviyede bir ruhu temsil ederler. Pek çoğumuz doğadaki tüm sesleri, renkleri, hareketleri ayni şekilde algıladığımızı sanırız. Dalgaların kıyıya vururken çıkardığı sesi, yaprakları savuran rüzgârın sesini, bir kuşun kanat çırpışındaki sesi hatta yere düşen bir taşın sesini duyarız duymasına ama farklı algılayışlarla duyarız. Sesler, görüntüler içimizde birtakım duygular uyandırır da o duyguları dışa vurmayı beceremeyiz çoğu zaman. Bizim duyamadıklarımızı duyan, göremediklerimizi gören ve algılayanlar o duygulara nağmelerle can katıp şarkılarla bize getirirler. Duygularımıza ulaşan kapıyı aralarlar. Dışa vuramadığımız duygularımıza adeta tercüman olurlar. Müziği, şarkıyı hissedebilmek!.. Dinlemek başka şey, hissederek dinlemekse başka. Hissedebilmek her ne kadar bir meziyet ve Tanrı’dan bir lütufsa da, onu hissettirebilmek de çok önemlidir. Bu ise şarkıyı yapan bestekârın duyguları ve başarısıyla yakından alâkalıdır. Öyle şarkılar vardır ki nerede olduğunuzu, ne yaptığınızı unutturur, alır götürür sizi bambaşka âlemlere. İşte yukarıdaki şarkı da beni bu yazıya aldı getirdi. Bu güzel eserin Bestekârı olan Neveser Kökdeş hanımefendiyi minnetle andırdı. Neveser Kökdeş 1904 yılında, bazı kaynaklara göre Üsküdar’da, bazı kaynaklara göre de babasının sürgün olduğu, bugün Yunanistan sınırları içinde olan Drama’da doğmuştur. Bir baba ve üç anneden olmak üzere sekiz kardeştiler. Kardeşlerinden biri, ünlü operet bestecisi Muhlis Sabahattin beydir. Neveser hanım, Notre Dame de Sion’da okumuş ve zamanına göre çok iyi bir eğitim almıştır. Müzik merakını ve zevkini çeşitli klasik ve halk sazlarını çalabilen, amatör bir müzisyen olan babasından almıştır. Türk müziğine ölümsüz eserler armağan eden bestekârın hayatı maalesef şarkılarındaki gibi aydınlık ve coşkulu olmamıştır. Gerçekten de Neveser Kökdeş’in hemen tüm eserlerinde bir akıcılık ve coşku vardır. Hayatı ise şanssızlıklarla doludur. Varlıklı bir ailenin kızı ve o zamanın popüler simalarından olan Neveser hanım, çok genç sayılacak bir yaşta, onaltı yaşında topçu subayı Mehmet Ali Üsküdarlı ile evlenmiştir. Ancak bu evlilik çok kısa sürmüş, henüz iki senelik evli iken eşinin Çanakkale’de şehit düşmesi ile bir yaşındaki oğlu Adnan ile dul kalmıştır. Bir taraftan eşinin ölümü ve küçük bir çocukla yalnız kalması diğer taraftan ekonomik sıkıntılara girmesi yüzünden içine kapanmış ve psikolojik sıkıntılar da yaşamıştır. Otuzbeş yaşlarında geçirdiği yüz felci nedeniyle yüzünün sağ tarafını kullanamaz olması da onun daha çok üzülmesine neden olmuştur. Çok güzel bir yüze sahip olan Neveser hanım, giderek kendi kabuğuna çekilmiş, adeta insanlardan kaçar olmuştu. Hayatının son yıllarını Moda’da eserlerinin hayranı olan komşusu Ahmet Sapmaz’ın himayesinde yalnız başına geçirmiş, 1962 yılının 7 Temmuz günü evinde geçirdiği kalp krizi sonucu 58 yaşında vefat etmiştir. Sanatçı, bestekarlığa 12 yaşında iken polkalar besteleyerek başlamıştır. Bestelerini ağabeyi Muhlis Sabahattin’in ölümünden sonra ortaya çıkarmış, ilk eseri radyoda onun öldüğü gün yayınlanmıştır. Ölümünden sonra eserlerinin yakılmasını vasiyet etmiş bu nedenle de pek çok bestesi yakılmış ve böylece ziyan olup gitmiştir. Bazı kaynaklara göre 500 den, bazılarına göre 1000 den fazla eser bestelediği tahmin edilmekle beraber, bunların ancak 100 kadarının notası mevcuttur. O, geleneksel kalıp ve uslûptan farklı bir tarz yaratmıştı. O kadar ki Mesut Cemil Bey, bestekârın bu tarzını önceleri yadırgamış ve “Neveser musikisi” diye adlandırmıştı. Bu tarz sonradan çok sevilmiş ve benimsenmiştir. Eserleri daha çok tango, vals operet ve fantezi şarkı formlarındadır. Tango tarzında o kadar çok eseri vardır ki zamanında ‘tango şarkılarının kraliçesi’ diye de ünlenmişti. Çoğu eserinin güftesini de kendisi yazmıştır. “Yıllardır bekliyorum bir gün dönersin diye, neden bilmem bu iptila, sevdikçe seni ömrüm artar ey yar” onun en bilinen eserlerindendir. Neveser Kökdeş şarkılarında, kadına özgü duyarlılığı hissetmemek mümkün değildir. O, acı çeken ama hiçbir şeyden de taviz vermeyen onurlu bir İstanbul hanımefendisiydi. Bu yüzden çoğu şarkıları buram buram İstanbul kokuludur.