Yaşama İpek’çe dokunuşlar

Mesut GÜNSEV

İpek İmirlioğlu,  önce de  sayfalarımıza konuk olmuştu… Facebook’ta o kadar güzel yazılara, değerlendirmelere rastlıyordum ki bize tekrar yazmasını rica ettim. “Kısaca kendini de okurlarımıza tanıt” diye de not düştüm. ..İşte İpek’in kendini “kısa tanıtımı” ve yaşama dokunan cümleleri: “Ankara’da yaşıyorum. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nda Uzman olarak görev yapmaktayım. Emek vererek kazanmayı öğrenmiş, fedakarlığın önemini kavramış, bencilliğin sarhoşluğundan ayılmayı bilmiş, elindekine şükretmiş, sevenini sevmiş, saygı duyanını baş tacı etmiş, geçici duygulardan uzak, kalıcılara yakın durmuş, yolunu karartan olduğunda kendi ruhuyla aydınlatıp yoluna devam edebilmeyi çözmüş bir faniyim. Biraz da Nazım'ın dediği gibi; ‘işte geldik gidiyoruzun hüznü var içimde’, hepsi o kadar.”

* Hayal kırıklıkları, umutlara baskın gelince yaşanan olaydır vazgeçiş. Bazen kişinin gönüllü tercihi, bazen boşa kürek çektiğine dair kabullenişidir. Kimi zaman da, doğruluğunu ya da yanlışlığını zamanın gösterecek olduğu kaçışıdır. Huzura atılmış bir adım da olabilir, pişmanlık da… Değişimdir neticede, duygusal ya da mantıklı verilen bir karardır vazgeçiş. Ve bugün “ben senden vazgeçtim” diyorsa bir insan, buyur sen düşün hangi sebepten!

*“Çıkmaz sokaktayım” diye üzülmemek gerek. Arkanı dönüp geldiğin yerin aksine ilerlersen gayet de çıkılabilecek bir sokaktır!

.*İnsanlar bir şeyleri bozarlar. Saygılı, sevgili ilişkileri temelinden sarsarlar ve sonra da mağduru oynarlar. Adettendir!

*İnsanlığın bütün huzursuzluğu; nerde, ne zaman, ne yapacağını doğru düzgün seçememesindendir. Olmaması gereken zamanda 'paldır küldür', olmaması gereken zamanda 'yavaşça'...

*Nadir de olsa çıkıyor böyle kişiler karşımıza; beş dakikayı geçmeyen keyifli muhabbet etsek, on beş dakika tek kale maç! İtiyorlar, hem de nerden iteceklerini çok iyi bilerek.

*Herkes çok kıymetlidir, hiç kimse vazgeçilmez değildir.

*Ne zaman başıma keyifli bir şey gelse, arkasına da bir musibet takar gelir.

*Romain Gary, mahlas olarak kullandığı “Émile Ajar” ismiyle de tanınır. Fransa’da meşhur Goncourt Ödülü’nü iki ismiyle de alan tek yazardır. İntihar ederek yaşamına son verip, asıl kimliğinin ölümünden sonra açıklanmasını istemiştir. İntihar notuna “çok eğlendim, teşekkür ederim, hoşça kalın” diye yazmıştır. Bunun nedeni; eleştirmenlerin Romain Gary’nin vasat bir yazar, Emile Ajar’ın ise çok iyi bir yazar olduğunu yazmalarıdır. Oysa her ikisi de kendisidir! Yirmi yaşında yazmaya başladığı Yalan Roman’ı (Pseudo), elli yaşına geldiğinde Emile Ajar takma adıyla yayımlar. Roman başkişisi genç bir yazardır. İnsanların da, onların yaşamlarının da, dünyanın da gerçek olmadığını, herkesin'mış gibi' yaptığı bir oyunu (pseudo oyunu) oynadığının farkına varmış bir kişidir. Aslında şöyle bir düşünürsek; bir şeyin olmaması değil, oluyor’muş’ gibi olup da, olmayışı üzücü. Birinin birisini sevmemesi değil, seviyor’muş’ gibi yapıp da sevmemiş olduğunu anlamak üzücü.

*Yaralanmak isteyen herkes yaralanır, bu tamamen kişiye bağlı. Ancak unutulmaması gereken bir şey var; tecrübe kanaya ,kanaya kazanılır.

*Şimdi zor gelen sonra gülümsetecek, hep öyle oluyor.

*Uzun süren suskunluk sürecinden sonra dayanamayıp olgunluğunu yitiren ve “benim için artık yoksun” haberini gönderenler vardır. Bu kişilerin içinde enerji yolsuzluğu yaşanmaya başlamıştır; "giren enerji", "çıkan enerji"ye eşit değildir, isyanlardadır. Aslında duygu yok olmamış, sevgi nefrete dönüşmüştür. Oysa ki, birisi sizin için artık gerçekten yoksa; sevgi bitmiş olmalı, nefret diye bir şey kesinlikle akla gelmemeli, beklenti denen şeyse yanınızdan bile geçmemelidir. İşte o zaman karşınızdaki kişi yok olduğunu zaten anlar, duyurmanın gereği yoktur sözlerle, her şey hareketlerle ortadadır. Ve eğer bir kişi artık söylenmeyi bırakmışsa, gerçekten içinde beslediği bütün iyi ve kötü duyguları arkasında bırakmıştır.

*Her sabah kalkınca “niye” diye sorduğunda, “neden” diye cevap aldığın ruh halini bilir misin?

*Kendini ve seçimlerini sevdiğinde huzur geliyor.

*Uzak öyle bir yerdir ki, seni bekliyor mu, unutuyor mu bir türlü bilemezsin.

*Bir şey söylemek yerine, bir şey yapmanın ne kadar önemli olduğunu anladım.

* Bazı şeylere tesadüfen dayanıyorum. O güç nerden geliyor bilmiyorum. Şehrin sokaklarına, insan siluetlerine, komşu gürültülerine, balkon önü çiçeklerine, mezar taşlarına kalbim tok. Az sonra gidebilirim. Umursamazlığım sarar her yeri. Anlatmadığım her hikayede birilerine göz kırparım, kimsenin ruhu duymaz. Varlığım ne kadar hayalse, yokluğum o kadar gerçek olur!

*Huxley; "belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir" demiş. Büyük ihtimal uykudayız ve öldüğümüz zaman uyanacağız. Aslında şöyle bir bakarsak, cennet tasvirleri Dünya'ya ait; şırıl,şırıl akan ırmaklar, zümrüt yeşili ormanlar, şelaleler, meyveler vs...Hiç Mars'ı andıran bir cennet tasviri gördünüz mü? Ama ne cennet! Şimdi Cennet Dünya'ya bakınız, bütün canlıları evirmiş, çevirmiş ve hızla kırıp, döküyor!

*Yıllar önce bir film izlemiştim. Fransa'da yalnız yaşayan yaşlı bir adamı ziyarete, Amerika'dan kızıyla birlikte erkek arkadaşı geliyordu. Sokaklarda üçü gezintiye çıktıklarında, yaşlı adam elinin içinde taşıdığı madeni parayla, kaldırımlara park etmiş bütün araçları çaktırmadan çizerek yürüyordu. Amerikalı erkek arkadaşı kıza; "baban hasta mı niye bunu yapıyor?" dediğinde de, kız; "babam kendince adaleti sağlıyor, yıllardır bu alışkanlığını bırakmadı" demişti. Bence de bu işin günahı yok; hain ya da bencil olana bir ders verilmedikçe durumu anlamıyorlar, normal keyfi hareketlerine devam ediyorlar.

*2007'de Elazığ-Malatya-Adıyaman Verimliliği Artırma Projemiz vardı. Elâzığ’a uçakla gidip iki gün kalıyor, sonra minibüsle Malatya'ya, ardından da Adıyaman'a geçip eğitim ve konferanslarımı verip, akşam yedi otobüsüyle de Ankara'ya dönüyordum. Minibüs yolculuklarında tedirgin olduğum bir gerçekti. Kardeşim; "iyi ki kara kaşlı, gözlüsün ya sarışın olsaydın" diye bana takılıyordu. Bir sabah sekiz minibüsüyle Malatya'dan Adıyaman'a yola çıktım. Bir tane yaşlı teyze, on iki genç adam ve ben gidiyorduk. Yol felaketti. Bir yanımız zaman ,zaman uçurum olan virajlı dar patika yollar… Sabah kıymalı pide almışlar onu yiyorlar. Gerginim, endişeliyim, pide kokusundan midem bulanıyor, bildiğim bütün duaları okuyorum, telefon ara,ara çekmiyor iyice telaşlanıyorum. O sırada bir çeşme kenarında minibüs durdu. Benim yüzüme ifadesizce bakarak herkes aşağı indi. Hava almak istiyordum ama inemiyordum da. Biri geri döndü geldi; “bacım su getireyim istersin?” dedi. "Yok sağ ol kardeşim" dedim. "Kardeşin yoluna kurban, istersen çekinme sakın, Makbul diye seslen hemen getiririm." Analar oğullarına neyi ne kadar öğretebilir, bu benim kafamda soru işaretidir her zaman! Yalnız, emin olduğum tek bir şey var, "Makbul olmak", kişinin kendi vicdanındadır (bu yazı Özgecan Aslan cinayetinden sonra, 12 Şubat 2015’de yazılmıştır)

*Yahu bilgelik de neymiş? Söylemler, nutuklar, yazmalar, çizmeler... Henüz icat edilmemiş ya; anlamayana, anlamayı öğretecek lisan! Silgi olup, silmenin huzurunu bulduktan sonra, kalem olup da yazmanın peşine hiç düşmeyeceksin.

*Bilirsin, hikayeler tutarsa devamı çekilir. Genelde ilki kadar güzel olmaz serinin ikinci filmi. Çünkü can alıcı kısmı, hikayenin temelidir, başlangıcıdır. Yaşayacaklarını erteleyen bir insanın hikayesi nereye kadar gidebilir ki? Kim çeker o'nu, kim çeker filmini?

*Gazetede okudum, bir hanım, zayıflama uzmanına şöyle yazmış: "Kırmızı ışık vererek yağları hareket ettiren cihaza on dört seans girdim. İlk başta iyi geliyor gibiydi ama sonuçta hiç faydası olmadı. Binlerce lira para kaptırdım, çok pişman oldum ama geçen gün bir dergide okudum şimdi yeşil ışık verenleri çıkmış, iyi olduğunu söylüyorlar, ne dersiniz?" Baktım uzmandan yanıt gelmemiş. Gazetede bir köşem olsun istiyorum. Bana da böyle şeyler danışsınlar istiyorum. Mesela bu hanıma şöyle bir cevap yazabilirdim: "Değerli danışanım benim! Sakın acele etmeyin, iki ay sonra mor ışık verenleri gelecek."

*Eskiden, fakir ama gururlu insanlar vardı. Şimdi, hem fakir hem gurursuzlar.

*En temiz olan insan da enayi yerine konduğunu anlayınca herkesten tehlikeli olur.

*Önce nerden geldiği belli olmayan “daann” diye bir ses duyarsınız, sonra da idrak edersiniz. "Yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor" der, Edip Cansever. Yeniden görmek; aynı gözle ama başka açıdan… İnsan yanılır ve bir daha da hiçbir şey eskisi gibi olamaz. İşin ilginci, hep suçlanan hayat olur böyle durumlarda, yanlış! İnsanı, insan yanıltır. İnsanı, insan acıtır. Hayat yanılanların, insanlar yanıltmanın ustasıdır.

*Eskimiş, zamanla değerlenmiş eşyalara "antika" deniyor. Aynı zamanda, aksi, tuhaf ya da ilgi çekici tavırları olan insanlara da antika deniyor. Antikalar bilmezler antika olduklarını, yüzleri akıllarının takılıp kaldığı bir tarihe, geçmişe dönüktür. Bizim kendilerine antika olarak biçtiğimiz değeri de bilmezler. Antika olmak, bir duruş biçimidir.

*Trileçe, sanıldığı gibi Balkan Tatlısı değilmiş. Güney Amerika’ya aitmiş. Tatlının ismi İspanyolca "üç çeşit süt" anlamına gelen "tres leches" imiş.

Bu tatlıyı seven seviyor, sevmeyen yerden yere vuruyor. Her şeyden önce Trileçe’nin ilginç bir tarafı var. Ben, bir tatlının sonradan meşhur olduğunu hayatımda hiç duymadım. Ne bileyim, o ordadır, hep vardır ve sen de hep bulur yersin ama bu tatlı öyle olmadı! Bütün dükkanlar bir anda sözleşmiş gibi, “Trileçemiz bulunur” diye camlarına yazı astı, menülerine ekledi. Tarifleri TV programlarında, halk arasında dilden dile dolaşmaya başladı. “Seviyorum”, “sevmiyorum” yorumlarına maruz kaldı. Benim duygularımsa daha bir ilginç. “Trileçe” denince, yıllar yılı yanı başında duran bir şey’i sanki yeni görmüş de, “Allah beni nasıl bilirse öyle yapsın! Niye bunca yıl fark edemedim!” der gibi bir burukluk hissediyorum.