“Gönlüm arayıp dünleri feryat etme Zevk almak için yarınlar icat etme Dünler düş olup gitti, yarınlarsa hayal Cahilce şu gerçek günü berbat etme” Ömer Hayyam bu dörtlükle ne de güzel anlatmış yaşamın anlamını.. Doğmuşuz bir kere… Yaşıyoruz bir şekilde.. Ama nasıl yaşıyoruz? Bize bahşedilen sınırlı hayatın değerini vererek mi, yoksa onu boşuna harcayarak mı? Yaşadıklarımızın farkında olarak mı yaşıyoruz yoksa olayların, gidişatların seline kapılmış; kendimizin bile farkında olmadan mı yaşıyoruz? Sınırlarımızın, yeteneklerimizin, ilgilerimizin, amaçlarımızın neler olduğunun farkında bile olmadan mı? Oysa insan kendini keşfetmeden, kendinin farkında olmadan gerçek huzuru ve mutluluğu nasıl bulabilir ki?.. Tanrının takdiri ile mi yoksa tesadüfen mi (?) geldiğimiz bu gezegende nasıl yaşadığımızın farkında mıyız? Yaşam sınırlarımızı, amaçlarımızı biliyor muyuz? Farkında olsak bu kadar hırpalar mıyız kendimizi? Hayatı düşünmeden, hissetmeden sanki bir maratondaymış gibi tüketirken neden kendimize bu kadar vurdumduymaz olabiliyoruz bazen? Bilincimiz hep, gündelik hayatın yapılması gerekenlerinin kuşatmasında. Her an bir şeylerin peşinden koşuyoruz. Güya hayatı anlamlandırmak için durmadan bir şeylerle meşgul oluyoruz. Örneğin televizyonda dizi veya film izliyoruz ve oradaki karakterler bile kendi potansiyelimizden daha çok ilgimizi çekiyor. Kimlik bilincimizi hep bir kenara itip bazen anlamsız konuların bile peşine düşüyoruz. Bu yüzden de her gün biraz daha fazla kendimize yabancılaşıyor; kendimizde kayboluyoruz. İnsanlar bu dünyada doğarlar yaşarlar ve ölürler. Fakat pek çoğu neden bu dünyaya geldiğini, hangi amaca hizmet ettiğini veya hangi ideolojinin oyuncağı olduğunu düşünmez bile. Yani kendine soru sormak ihtiyacı duymadan yaşar sınırlı olan hayatını. Bu tip insanların yaşamları tekdüzelik ve her şeyi akışına bırakarak bir robot misali sürüp gider. Çalışırlar, evlenirler, çocuk büyütürler, yaşlanırlar ama bir gün olsun bu gezegendeki varoluş nedenlerini sorgulamazlar. Çünkü bu sorunun cevabını vermek için kendileriyle yüzleşmekten; farkında olmaktan korkarlar. Bu yüzdendir ki ya sürekli bir işle meşgul olurlar, ya televizyonun esiri olurlar ya da hep dışlarında gelişen olaylarla ilgilenirler. Aslında bu tür davranışların altında hep insanın kendi kendisiyle baş başa kalma korkusu vardır. Belki geçmişte yaşanan olumsuzluklar, belki gelecek endişesidir bu korkunun nedeni. Yani saplantılar ve beklentiler… İnsanın aklı her zaman iki imkânsız şeyi yapmaya çalışır. Ya “keşke” lerle geçmişi yeniden düzenlemek; ya da geleceği kurmak ister. Oysa geçmiş, artık gerçekleşmiş ve bitmiştir. Geçmişe dönebilmek artık mümkün değildir. Geleceği kurmak da mümkün değildir çünkü gelecek, henüz olmamış olan demektir. İçinde olduğumuz zamanı da bu iki olumsuzluk arasında bocalayarak heba ederiz. Hani bir lâf vardır, “Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir” diye. Onun gibi! Bu günün değeri bilinmeden yarın kurulamaz. Bu yüzden geçmişin hatıraları, geleceğin hayalleri bir yana bırakılarak yeni bir sayfa açmak; geç de olsa tarafsız ve çıplak gözlerle kendini görebilmek; tahlil edebilmek gerekir çünkü her insanda bir başkasında bulunmayan veya az bulunan değerler, cevherler vardır. Bunlar doğduğumuz andan itibaren içimizde olan, bizimle gelişen özelliklerdir. Bu özellikleri keşfetmek ve onları hayata geçirmek önemlidir çünkü kendi potansiyelini keşfeden kişi artık o doğrultuda hayatını organize etmeye başlar. Sevdiği ve en iyi yapabildiği şeyleri yaparak gerçek kişiliğini ve huzuru bulur, kendini TAM hisseder ve hayatı bir görev gibi değil, kendine bahşedilmiş bir armağan gibi yaşar. İnsanın bu dünyada sahip olduğu tek şey kendi yaşamıdır. Yaptıklarımız veya yapmadıklarımız öncelikle kendimizi ilgilendirir. Ancak şu da bilinmelidir ki; kendini olumlu yönde değiştirmek ve geliştirmek için çaba harcamayanın ne kendine ne de başkasına faydası olmaz. Çünkü yaşam bir düz aynaya benzer. Ona nasıl bakarsanız o da size öyle görünür.