Kıbrıs adası Akdeniz’de sabit bir uçak gemisi niteliğindedir. Kıbrıs Akdeniz ve Ortadoğu bölgelerinin kontrolü için stratejik konuma sahiptir. 1571 yılında Kıbrıs Venediklilerden alınmış ve adada 300 yılı aşkın sürecek bir Türk hakimiyeti başlamıştır. Adadaki Rum nüfus baskıcı Venediklilerin zulmünden kurtulup Osmanlı hakimiyetine girmekten dolayı herhangi bir ayaklanma gerçekleştirmemiştir. Adadaki Türk hakimiyeti 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’na kadar sürmüştür. Rusların İstanbul’a dayanması üzerine Osmanlı koruma amaçlı İngiltere’den yardım istemiş ve İngiltere’ye bunun karşılığında ada geçici olarak bırakılmıştır.
İngiltere için Kıbrıs, Oratadoğu ve sömürge Hindistan’a giden yolları koruma amaçlı önemli bir konuma sahiptir. Osmanlı’nın içerisinde bulunduğu durumun devam etmesi ve 1. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine, İngiltere 1914’te adayı ilhak ettiğini duyurdu. Osmanlı bulunduğu zorlu şartlar ve savaş durumundan dolayı karara sert tepki gösteremedi. Ada 1960’a kadar İngiltere yönetiminde kaldı. Bu süreç içerisinde yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti 1924 Lozan Antlaşması’nda ilhak kararını kabul etti. 2. Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere’nin sömürgelerinden çekilme kararı Türk Dış Politikasında günümüze kadar çözülemeyen Kıbrıs Sorununu başlattı. Kıbrıs’ta 1950’li yıllarda İngiltere yönetimine karşı Yunanistan’la Enosis’i gerçekleştirme adına birtakım terör eylemleri gerçekleştirilmiştir. Adada yaşanan bu olayların ardından İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında 1955 yılında Londra’da bir görüşme gerçekleştirilmiş ve bu görüşmelerden olumlu netice alınamamıştır. Fakat gerçekleştirilen bu görüşmenin en önemli detayı Uluslararası hukuk açısından konuya o güne kadar dahil olmayan Yunanistan bu görüşmeler sonucunda adadaki soruna taraf olmuştur. Yunanistan sorunun BM çatısı altında çözülmesi için bazı teşebbüslerde bulunmuş ve sonunda 1957 yılında talebi kabul edilmiştir.
BM Genel Kurulu 1958 yılında müzakerelere başlanmasına karar verdi. BM’nin aldığı karar üzerine 1958 yılında İngiltere, Türkiye ve Yunanistan Paris’te bir araya geldi ve sorunun çözümü için görüşmelere başladı. 1959 yılında Zürih ve Londra görüşmeleri neticesinde imzalanan Zürih ve Londra Antlamaları sonucunda adada iki eşit halkın kurucu unsurluğuna dayanan ortak yönetim ve Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’a garantörlük hakkı tanınan Kıbrıs Cumhuriyeti 1960 yılında kuruldu. Zürih Antlaşması adanın anayasasını oluşturmuş ve Rum ve Türk tarafına ortak ve eşit kurucu unsur ve birtakım cemaat hakları vermiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasını Enosisi gerçekleştirme adına bir fırsat olarak gören Yunanistan ve Rum tarafı adada bazı Türk köylerini basmış ve yüzlerce Türk vatandaşını katletmiştir.
1963 yılında Türklere karşı Kanlı Noel saldırıları gerçekleştirildi.
Türkiye adada Rum saldırılarının artması üzerine 1964 yılında BM Güvenlik Konseyi’ne başvurmuştur. 1964’te BM Barış Gücü oluşturmuş ve adaya göndermiştir. Aynı yıl Kıbrıs Başpiskoposu Makarios’un anayasayı askıya alıp Türk kesimini azınlık olarak nitelendirmesi üzerine Türkiye adaya müdahale etmeyi istemiş fakat bu istek dönemin en güçlü müttefiki ABD’den gelen Johnson Mektubu ile son bulmuştur. Dönemin Başbakanı Ecevit’e ABD Başkanı tarafından gönderilen bu mektupta Türkiye kaba bir üslupla ve alttan alta tehdit edilmiştir. Mektubun içeriğinde adaya müdahale gerçekleştirmeden önce Türkiye’nin konuyu müttefiklerine danışması gerektiği, olası müdahalede savunma amaçlı gönderilen ABD silahlarının kullanılmaması gerektiği ve olası Sovyetler Birliği müdahalesine karşın NATO’nun Türkiye’yi savunmada isteksiz kalabileceği vurgulanmıştır. Bu mektup ile Türkiye-ABD ilişkileri olumsuz etkilenmiş, Türk dış politikasında çok yönlülük gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu mektup Türkiye’nin müdahale konusunda askeri teçhizat bakımından yetersiz ve hazır olmadığını da göstermiştir. Johnson Mektubu Türkiye’nin adaya müdahalesini 10 yıl ertelemiştir. 1964 yılında Barış gücününde etkisiyle adada çatışmalar durulmuştur. 1967 yılında Yunanistan’da askeri cunta darbesi yaşanmış ve Albaylar Cuntasıyönetimi ele geçirmiştir. Cuntacı yönetim halkın desteğini arkasına almak için Kıbrıs konusunda tek yolun Enosis olduğunu belirtmiş ve harekete geçmiştir . Bunun üzerine adada Rum saldırıları tekrar başlamış, çatışmalar üç yıllık aranın ardından tekrar başlamıştır. Yaşanan olaylar üzerine Süleyman Demirel ve Cunta Yönetiminin Başkanı Papandreu arasında görüşmeler gerçekleştirilmiş, Yunan tarafının Enosis teklifi üzerine Demirel teklifi reddederek toplantıyı bitirmiştir. Başlarda Enosis fikrine sıcak bakan Başpiskopos Makarios, Albaylar Cuntasının Kıbrıs’ta dikta yönetimi kurmak istediğini düşünmeye başlamış ve aynı dönemde Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya girmesi, ayrıca kendi yönetiminde olan bir devlet bulunması, Enosis’in gerçekleşmesi durumunda yönetimi altında bir devlet olmayacağının bilincine varması üzerine Enosis fikrinden uzaklaşmaya başlamıştır. Bunun üzerine adada Yunan subayları ile Makarios yanlıları aralarında da çatışmalar yaşanmaya başlanmıştır. Yaşanan bu olayların ışığında 1974 yılına gelindiğinde cuntacı yönetim Kıbrıs’ta Makarios’u devirmiş ve Nikos Sampson yönetiminde Kıbrıs Elen Cumhuriyeti‘ni kurmuşlardır. Nihayetinde Enosis gerçekleşmişti ve adadaki Türk vatandaşları azınlık durumuna düşmüş ve ada üzerinde garantörlük hakkı bulunan Türkiye Makarios’un devrilip Türk kesiminin cemaat haklarının ve kurucu unsur olmasının kaldırılması üzerine adaya müdahale kararı almıştır.
Türkiye 20 Temmuz 1974’te garantörlük hakkını kullanarak adadaki duruma müdahale etmiş ve adadaki Türk varlığının güvenliğini garanti altına almıştır. Böylece Rumların Enosis hayali suya düşmüş ve böylece bu olay Yunanistan’daki cuntacı yönetiminde sonunu getirmiştir.
Türkiye adada olusturduğu durumu muhafaza etmeyi hedeflemiştir . BM çağrısı üzerine Cenevre’de toplantı gerçekleştirilmiş, ateşkes kararı alınmış ve Yunan kuvvetlerinin bölgeden çekilmesine karar verilmiştir. Dünya kamuoyunda Türkiye’ye karşı olumlu tepkiler gelmiştir. Bunun sebebi Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı davranması ve adada işgalci olarak gözükmesidir. Taraflar aynı yıl Cenevre’de bir kez daha bir araya gelmiş, Türk kesimi lideri Rauf Denktaş iki kesimli otonom bölge oluşturulmasını talep etmiş bu talep Rum kesimi tarafından reddedilmiştir. Bunun üzerine Türkiye Kıbrıs’a ikinci kez harekat düzenlemiş ve adanın kuzey kesimlerini kontrol altına almıştır(Kuzey kesiminin %29u). Bu ikinci harekatla birlikte ilk hareketla birlikte gelen olumlu tepkiler tamamen tersine dönmüş, Türkiye’yi adada işgalci kuvvet olarak gören birçok ses duyulmuştur. Uluslararası toplumdan gelen tepkileri ABD’nin uyguladığı silah ambargosuizlemiştir. Türkiye bu tepkiler üzerine karşı bir hamle olarak 1975’te Rauf Denktaş önderliğinde Kıbrıs Türk Federe Devleti‘nin kurulmasına destek vermiştir. Silah ambargosu üzerine Türkiye Aselsan’ı kurmuş ve askeri haberleşme ihtiyacını gidermeye çalışmıştır. Kıbrıs’ta Türk ve Rum liderleri görüşmelerinin ardından sadece nüfus mübadelesi konusunda anlaşmaya varılmıştır. İkinci harekat sonunda Türkiye’den de adaya göçler yaşanmıştır. BM ısrarı üzerine adada Türk kesimi ve Rum kesimleri birtakım toplantılar daha gerçekleştirmiş, bu toplantılar esnasında Rum lideri Makarios’un ölümü üzerine gelen Kiprianu’nun uzlaşmadan uzak tavrı üzerine görüşmeler bir kez daha başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun üzerine adadaki Türkler self determinasyonhakkını kullanarak 1983 yılında Rauf Denktaş önderliğinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti‘ni kurmuştur. Ankara bu yeni devleti hemen tanımıştır. Fakat uluslararası toplum ve BM tarafından tepkiler gelmiş, Türk kesimini kararından vazgeçirme çabaları sonuç vermemiştir. KKTC’nin kurulmasıyla birlikte adada Rum ve Türk kesimi arasında başlayacak olan görüşmeler trafiğinin startı verilmiştir.
Günümüze kadar devam eden bu görüşmelerde Türk kesiminin olmazsa olmazları kurucu unsur, cemaat hakları ve self determinasyon hakkıdır. Türk kesimi hiçbir şekilde azınlık durumuna düşebileceği her antlaşma teklifine karşı çıkmış ve adada iki kesimli eşit ve ortak yönetimi savunmuştur. Küresel düzende meydana gelen birtakım gelişmeler Kıbrıs Sorunundaki tarafları çeşitlendirmiştir. Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine ve görüşmelerin olumsuz seyri ve Yunanistan’ın gücü göz önüne alındığında, Yunanistan Enosis fikrini tek başına gerçekleştiremeyeceğini anlamış ve yeni yol haritasını Avrupa Birliği üzerinden Kıbrıs’la dolaylı birleşme olarak belirlemiştir.
1990’lı yılların başından itibaren soruna AB’nin de dahil olduğu görülmektedir. Türkiye sorunun BM nezdinde çözülmesini, Yunan diplomasisi ise işe AB’yi de sokmayı hedeflemektedir. Bunun üzerine 1990’lı yıllarında başında Kıbrıs Rum Kesimi tüm adayı kapsayacak bir şekilde AB’ye üyelik başvurusunda bulunmuştur. AB’ye üye olması halinde topluluğun dışında olan Türkiye’ye baskılar daha da artarak devam edecek ve Türkiye’nin elinde karşı güç olarak yeterli desteği vermeyen ABD olacaktı. Kıbrıs Rum kesiminin üyelik başvurusunun komisyona iletilmesi üzerine Türkiye için sıkıntılı dönemler başlamış oldu. Yunanistan böylece Kıbrıs davasında arkasına büyük bir güç almış oldu. Türkiye’nin AB’ye girme hevesi göz önünde bulundurulduğunda başvurunun kabulünün Türkiye üzerinde nasıl baskılar oluşturacağı açıktı. Bunun üzerine Türkiye’nin de isteğiyle adada Rum ve Türk kesimleri arasında Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde bir takım toplantılar gerçekleştirilmeye devam edildi.
1990’lı yıllar Türkiye açısından Kıbrıs davasında sorunlarla ve baskılarla geçen bir dönem oldu. 1997’de Kıbrıs’a tam üyelik müzakerelerinin başlanmasıyla Türkiye’nin üye olmadığı bir topluluğa Kıbrıs’ın üye olması hedefi Yunanistan tarafından gerçekleştirilmek üzereydi. 1960 Zürih Antlaşmasına göre Yunanistan ve Türkiye’nin her ikisinin birden üye olmadığı topluluğa Kıbrıs’ın üye olması mümkün değildi. Fakat Türkiye’ye karşı uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen Avrupa bu duruma sessizdi. Türkiye konunun BM nezdinde çözülmesi için bir kez daha girişimlerde bulundu. BM Genel Sekreteri Annan önderliğinde görüşmeler tekrardan gerçekleştirilmeye başlandı. Türkiye sorunun Kıbrıs’ın AB üyeliği öncesinde çözülmesi için uğraş veriyordu ancak iki kesim arasında gerçekleştirilen her görüşmede taraflar uzlaşma konusunda yetersiz kalıyordu. 5 tur şeklinde gerçekleştirilen görüşmelerde kapsamlı bir çözüm yolu bulunamadı. Bu görüşmelerde olumsuz sonuçlanınca Türk Lideri Denktaş Rum Lideri Klerides’e mektup göndererek sorunun aracısız olarak doğrudan görüşülmesini teklif etti ve olumlu karşılık oldu. Olumlu sonuçlanması beklenen bu görüşmelerden de herhangi bir sonuç alınamadı. Tüm bu gelişmelerin sonucunda BM Genel Sekreteri Annan 2002’de Kıbrıs Sorunun kapsamlı çözümünü oluşturacak Annan Planı’nı iki kesimin ve Türkiye ile Yunanistan’ın önüne koydu. Planın Kıbrıs’ın AB üyeliği öncesinde görüşülüp üzerinde anlaşılması isteniyordu. Annan Planı ile Türk kesimi adada azınlık durumuna düşecek, yönetim Rumların elinde olacaktı. Plandaki Türk kesimi açısından birçok olumsuz ve çelişkili maddelere rağmen Türkiye’den planın kabul edilmesi için Denktaş ve Türk kesimine baskı yapması istendi. Planın kabul edilmesi sonucunda Türkiye’nin AB üyeliğinin önünün açılacağı ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınacağı vaat ediliyordu. Tüm bu baskılara Türk tarafı olumlu tepki verdi ve planın kabul edilmesi istendi. Plan gereği gerçekleştirilen müzakerelerde sonuç alınamayacağı anlaşılınca planın birtakım değişikliklerle halk oylamasına sunulmasına karar verildi. Fakat Türklerin kurucu unsur olmaktan çıkarılması azınlık durumunda olmasını öngören maddelerde değişiklik yapılmadı . 24 Nisan 2004’te Annan Planı referanduma sunuldu. Türk kesimi %65’le evet dedi. Fakat Rum kesimi %75’le hayır demesi üzerine plan yine geçersiz oldu. Sonuç olarak Türkiye ve Türk kesimine vaat edilen AB üyeliği ve tanınma gerçekleşmedi. Hayır oyu veren Rumlar ise AB’ye tüm adayı kapsayacak şekilde üye oldu.Sonuç olarak Türkiye haklı davasına uluslararası toplumdan destek bulamamış, konuyla tarihi açısında bağı bulunmayan Yunanistan üstün diplomasisi ile konuya taraf olmuş ve zafer olarak görülen (dolaylı Enosis) Kıbrıs’ın AB üyeliği gerçekleştirilmiştir. Türkiye Kıbrıs konusunda Ermeni meselesi gibi dünya kamuoyunda kendini iyi savunamamıştır. Kıbrıs sorunu ve Ermeni meselesi gibi Türkiye’nin dış politikasındaki statükoculuğunun uluslararası alanda Türkiye’nin kendi haklı davasını savunamamasına neden olmaktadır. Türkiye Dış Politikası‘nı tek yönlü politikaları bir kenara bırakıp çok yönlülük üzerine kurmalı ve kendisine uluslararası sorunlarda destek verebilecek dost ülkeler bulmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.