• BIST 9949.01
  • Altın 2976.723
  • Dolar 35.1352
  • Euro 36.6264
  • Lefkoşa 9 °C
  • Mağusa 11 °C
  • Girne 12 °C
  • Güzelyurt 8 °C
  • İskele 11 °C
  • İstanbul 9 °C
  • Ankara 3 °C

Türkiye ve Kıbrıs’ın bataklığa çekilme süreci

Ediz TUNCEL

Ne acıdır ki, doğduğumuz günden beridir gördüğümüz, bildiğimiz, yaşadığımız tek bir şey vardır ki o da Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin değişmeyen, giderek kötüleşen kaderidir. Faşizmin zincirlerinden kurtulan İspanya, Yunanistan gibi ülkeler, Balkanlar gibi bölgeler yaşadıkları vahşetin, dehşetin ardından akıl yoluna girmiştir ve “birlikten güç doğar” anlayışıyla AB üyesi olmuşlardır. Bu sürecin dışında kalan Türkiye ve Kıbrıs Türkleri ise kaostan kurtulamamıştır, Atatürk döneminde şan, şeref ve onurla kazanılan devlet saygınlığını  “sonradan gelenler”  küçük hesaplar peşinde koşarak yerle bir etmişlerdir.

Bugün Türkiye’nin durumu içler acısıdır, kim ne derse desin…

Bir taraftan tüm komşularla bozulan ilişkiler, diğer taraftan Avrupa Birliği ile sürekli kötüye giden bir süreç, ABD’nin ayak oyunlarıyla darbelenen, dizayn edilen, sürekli dışardan gelecek müdahalelerin korkusuyla yaşayan  bir iç siyaset dünyası, Türkiye’nin yanıbaşında değişen ve kanla çizilen yeni bir coğrafya, Türkiye’nin hesapsız kitapsız politikaları sonucu Türkiye içine doluşan ve tüm sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi değerleri ters yüz eden, Türkiye’nin maddi ve manevi bütünlüğüne karşı korkunç bir tehdit oluşturan 4 milyondan fazla Suriyeli, ki bunlar PKK’nın ikinci versiyonunu ortaya çıkarmaya adaydırlar…

Evet, malesef durum bu…PKK sorunu ortadan kalkmadan, Türkiye’nin güney sınırlarında ABD’nin bir uydu Kürt devleti kurma arayışları sürerken, Türkiye’nin ilgi odağını değiştirecek, Türkiye için bir başka cephe daha açacak bir sorun daha pekala da yaratılabilir…Bu da, Türkiye içine doluşturulmuş olan ve en az bir milyonu eli silah tutar durumda olan Suriyelilerden bir silahlı örgüt oluşturmak ve PKK’nın yaptığının bir başka versiyonunu ortaya çıkarmak, Türkiye’nin başına bela olacak yeni bir terör örgütü kurmakla olur…İşte o zaman, alın da bozdurun…

Türkiye’de halk anayasa referandumu sürecinde ikiye bölünmüşken, yapay bir düşmanlıkla birbirine girmişken, emin olun ki birileri perde arkasında Türkiye için yeni planlarını hazırlamışlardır ve devreye sokmak için en uygun anı bekliyorlardır…

Diğer taraftan, endek göndek sebeplerle Kıbrıs görüşmeleri de sekteye uğradı ve Rum tarafı topu kendi kalesine çektirip, Türk tarafına karşı sanki gol yemiş izlenimi yarattı, ancak son anda yapacağını yaptı ve golü yemeden topu Türk tarafının sahasına gönderdi, Akıncı’nın kucağına attı…

Türkiye ile Kıbrıs’ı, özellikle de Kıbrıslı Türkleri tam bir bataklığa sürükleyen süreci bir daha gözden geçirelim, özetleyelim.

Kıbrıs sorunu özde Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların arasında bir sorun gibi görünse de, aslında işin özünde hiç de öyle değil. Bu sorun 1960lı yıllardaki soğuk savaş döneminde özellikle yaratıldı ve Kıbrıs’daki sorun üzerinden iki NATO ülkesi olan Yunanistan ve Türkiye arasına kara kedi sokuldu. O dönemde Kıbrıs üzerinde öncelikli çıkarları olan kimdi, kimlerdi? ABD, İngiltere ve Rusya… Bu üçlü için sadece Orta Doğu ülkeleri değil, tüm Doğu Akdeniz coğrafyası, ki bu coğrafyaya Kuzey ve Kuzey Doğu Afrika ülkeleri de dahildir, birer enerji ve silah pazarıdır. Dünyanın hiçbir yerinde hem petrol ve doğal gaz gibi enerji alanlarına sahip olan hem de bu üç ülke için kusursuz ve sürdürülebilir silah pazarı olan bir bölge yoktur. Kıbrıs da bu enerji ve silah pazarı bölgesinin tam ortasında yer almaktadır.  Kıbrıs sorunu özünde 1960lı yılların çok öncesine kadar gidiyor ama biz 1960lı yıllardan bugüne kadar gelen sürece bakarsak, Kıbrıslı Türkler ve Rumların farkında olmadan bir anda bu çıkar çatışmasının içine çekildiğini ve kendilerini anlamsız ve mantıksız bir etnik savaş içinde bulduğunu görürüz. Yunanistan NATO’nun şımarık çocuğudur, Türkiye ise NATO’nun şamar oğlanı…Bir yerde NATO’ya mecburiyetten giren bu şımarık çocuk Rusya ile olan ilişkilerini genelde Kıbrıs üzerinden götürmeye çalıştı, Rumların Rusya ile yakınlaşmasına çanak tutu, hem ABD’yi hem de Rusya’yı idare etmeye çalıştı. Zaman zaman ABD’nin çıkarlarına ters düşen Yunanistan’ın dersini vermek içinse hep  şamar oğlan kullanıldı. Bu iki arasında kozların en iyi paylaşılacağı ve birbirleri ile hesaplaşabilecekleri en uygun yer de Kıbrıs idi. İşte Kıbrıslı Türkler ve Rumlar soğuk savaş dönemlerinde özellikle super güçler arasında yaşanan hesaplaşmaların tam ortasında bu vesileyle kaldı.

 

Kıbrıs sorunun temelinde bir süper güçler hesaplaşması var ve Kıbrıslı Türkler ve Rumlar bu hesaplaşmanın kurbanıdır. Ancak bunun yan faktörleri de vardır. Örneğin Kilise’nin rolü…Bugün Kıbrıs’ın en zengin kurumu Rum Ortodoks Kilisesi’dir ve Rum toplumu ve devleti üzerinde ciddi bir ağırlığı vardır. Ancak son yıllarda bu ağırlık Rum siyasetçilerin Kilise’ye karşı temkinli duruşlarıyla biraz hafiflemiştir. Artık Kilise’nin Rum siyaseti üzerinde eskisi kadar ağırlıklı bir etkisi olduğunu söyleyemeyiz, ancak bu etki tam olarak kaybolmuş da değil. Nitekim, 74 öncesi EOKA terörünün ve 74 sonrasında Rum toplumu içinde ortaya çıkan aşırı milliyetçiliğin ve faşizmin en büyük destekçisi Kilise olmuştur, hala da öyledir. Ancak Kilise, Kıbrıs üzerinden sürdürülen hesaplaşmada belirleyici bir role sahip değildir, sadece kendine rol biçen bir piyondur. Bugün geldiğimiz noktada, Kıbrıs sorunu ABD kaynaklı olan ve tüm Doğu Akdeniz coğrafyasını teröre ve vahşete sürükleyen Büyük Ortadoğu Projesi’nin sadece bir parçasıdır ve çok da önemli bir parçası değildir, ancak gözardı edilecek kadar önemsiz de değildir. Doğu Akdeniz coğrafyasındaki denizlerde bulunan enerji kaynaklarının Avrupa’ya taşınması için geçiş nokrası üzerinde bulunmaktadır. Bu enerji kaynaklarının varlığı ilk kez 1960ların başında Ruslar tarafından keşfedildi ve dönemin Cumhurbaşkanı Makarios’a bu enerji kaynaklarını ortak işletim teklifi götürüldü. Yıllar önce Hurriyet küçük bir haber olarak bu detayı yazmıştı. Şeytan çoğu zaman ayrıntıda gizlidir. Biz buna pek dikkat etmiyoruz ama bu dünyayı dizayn edenler, sömürenler buna çok dikkat eder. Makarios’un buna sıcak bakmasıyla işler çığırından çıktı. İngilizler hemen Makarios’un burnuna 13 maddelik anayasa değişikliğini konusunu dayadılar. İngilizlere göre, ki Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın yaratıcılarından biri de kendileriydi, Cumhuriyet anayasasında Türklere verilen yetkiler fazla ve gereksizdi.  Makarios buna da sıcak baktı, böylece ayrıntıda gizli olan Şeytan iş başına geçti. Makarios’un duygusal tutumu, Türkler ve Rumların arasını açtı. Yıllar sonra, yanlış hatırlamıyorsam 1975 yılında Makarios o dönemin ünlü İtalyan gazetecisi Oriana Fallaci ile bir söyleşi yaparken bazı itiraflarda bulundu ve bir çeşit günah çıkardı.

 

Kıbrıs üzerinde fazlasıyla büyük bir oyun oynandı. Ancak, bu oyun sadece Kıbrıs üzerinde oynanmadı, Kıbrıs çevresindeki coğrafyada da oynandı ve tüm şiddetiyle oynanmaya da devam ediyor. Örneğin, dedik ya, şeytan ayrıntıda gizlidir. Buna dikkat etmek lazım. Yahudiler İsrail desteğinde ABD senatosunda ağırlıklarını koymaya başladıkları zaman başlarına Filistin Kurtuluş Örgütü diye bir örgüt bela oldu. Bunlar sözde Arap milliyetçisiydiler ve Filistinli Arapların haklarını silahla alacaklardı. FKÖ’nün bütün silah kaynakları batılı silah kaçakçıları tarafından sağlanmıştır. Nitekim, bu örgütün başındaki lider olan Yaser Arafat öldüğü zaman İsviçre bankalarında adına akıllara durgunluk veren bir serveti olduğu ve bu serveti terörden yaptığı ortaya çıkmıştır. Bu adamın öldüğünde İsviçre bankalarında tam 6,5 milyar doları olduğu ortaya  çıktı. Bu adam, Filistinli çocukları İsrail tankları ve silahları üzerine süren, çatışmalarda ölen çocuklar için de “onlar bizim küçük mücahitlerimizdir, mücadelemiz onların şahadetleri üzerinde yükselecektir” diyen adamdır…Benzer şehit ve “vatan, millet sakarya” edebiyatını biz de bir yerlerden tanıyoruz. Nitekim, Filistin Kurtuluş Örgütü bitti, yerine Hamas geldi, İsrail ile Hamas kavgasına şahit olduk. Bu arada, ABD senatosundaki Yahudi lobisi ve Rum-Yunan lobisi arasındaki denge de hep hassas bir çizgide seyretti. Seçimlerde bu dengenin korunmasına hep özen gösterildi. Benzer bir durum Türkiye’nin başına geldi. Dünyada gerçek anlamda Laik ve demokratik tek Müslüman devlet olan Türkiye’nin en önemli rolü, Müslüman devletler için “olumsuz” bir örnek teşkil etmesiydi. Türkiye’nin bu durumu da emperyalistler ve kapitalistler tarafından kabul edilemez bir durumdur, ve değiştirilmelidir. 

 

Bunun sebebi şudur: Ortadoğu ve Kuzey Afrika ekseninde Müslüman olan ama aynı zamanda enerji kaynaklarına da sahip olan ülkeler ve halklar eğer Türkiye’yi örnek alırlarsa, enerji kaynaklarını emperyalistlerin ve kapitalistlerin istediği doğrultuda sömürtmezlerdi. Hele de Türkiye onlara bu konuda liderlik etmeye kalkarsaydı, iş hepten çıkmaza girerdi ve Türkiye Doğu Akdeniz coğrafyasında bir çekim merkezi, siyasi, ekonomik ve askeri bir güç merkezi haline gelirdi. Aslında Türkiye bunu bir noktaya kadar başardı da. Ama Türkiye’nin bu rolü üstleneceğinin hesabı önceden yapıldığı için Türkiye’nin başına Kıbrıs sorunu, Ermeni Asala sorunu ve PKK sorunu bela edildi, bunlarla eş zamanlı olarak da FETÖ devreye girdi ama adı uzun yıllar sonra kondu. Resme bir başka açıdan bakarsak, Türkiye bir taraftan etnik milliyetçilik kökeninde şekillenen ve devletle kavgaya tutuşan, diğer taraftan ABD’nin keyfine göre devlet içinde şekillenen ve devleti içerden çökertecek şekilde şekillenen islamcı terör örgütleri ile uğraşıyor. Önce Asala’nın, sonra PKK ve FETÖ’nün terör faaliyetleri sonucunda sayısı 60 binlere yaklaşan insane hayatını kaybetti, milyonlarca insanın hayatı terörden etkilendi, kabusa döndü, ve trilyon doları aşan maddi zararlar meydana geldi. Baktığınızda bu örgütlerin her ikisi de ABD ve ABD desteğindeki güçler tarafından dizayn edilmiş…Peki bunlar yetti mi? Hayır yetmedi, son beş yılda Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’nin çevresinde sayısı yüzleri bulan, ama aralarından birkaç tanesi sivrilen IŞİD, El Nusra, Özgür Suriye Ordusu gibi çapulcular sürüsü ortaya çıktı. Doğrudan ABD ve NATO güçlerinden beslenen ve destek gören bu çapulcular sürüsü sayesinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri tarifsiz bir kan gölüne döndü, Nazi zulmünün bile yanında devede kulak kaldığı tarifsiz bir vahşete tanık oldu. Tüm bu vahşetin tek bir hedefi vardı, o da dünyanın en önemli enerji kaynaklarını tamamen ABD kontrolüne geçirmek, Avrupa Birliği’nin enerji kaynaklarının da ABD kontrolüne alınması, Rusya’nın ise en önemli silah pazarlarını ele geçirmek ve bu silah pazarlarını ABD sermayesini besleyen ABD silah sektörünün tekeline almak… ABD bu hedefini büyük ölçüde başardı, ama bu büyük oyuna Rusya’nın doğrudan askeri müdahale ile dahil olmasıyla gidişat değişti. 

 

Türkiye’deki 15 Temmuz askeri darbe girişimi de bu oyunun bir parçasıydı, açık ve seçik olarak.

Resim  gayet açık ve net. Zaten bundan daha açık da olamazdı. FETÖ bir Fetullah Gülen dizaynı değildir aslında. İki lafı bir araya getiremeyen bir molla müsveddesi böylesine büyük bir organizasyonun milimini bile dizayn edemez. Bunu kimin dizayn ettiğini anlamak için son ABD başkanlık seçimi sırasında Trump leyhine konuşan, Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan General Michael Flynn’ın sözlerine bakın. Şeytan yine ayrıntıda gizli. General Flynn tam da darbe günü düzenlenen konferansta, darbecilerin TRT’de okuduğu kısa manifestoyu   nerdeyse kelimesi kelimesine tekrarlıyor ve konferansa katılanlara “belki siz henüz öğrenmediniz ama şu anda Türkiye’de darbe oluyor, müttefikimiz ve dostumuz Türk ordusu rejime karşı darbe yapıyor, yayınladığı bildiride ABD’ye ve Birleşmiş Milletler’e, insan haklarına bağlılık belirtiyor, işte Türk ordusu bu!!!” diyor ve alkış alıyor… Hangi Türk ordusu bu? Entrikalarla çökertilen, üst düzey komutanları içeri atılan, PKK’yı tam ezdikleri anda devre dışı bırakılan ve komuta kademesine FETÖ’cü subayların yerleştirildiği Türk ordusu. Peki kim bu General Flynn? ABD ordusunda İslamiyet karşıtı görüşleriyle bilinen en üst düzey komutan ve istihbaratçı kendisi…Övdüğü Türk ordusunda darbe yapanlar kim? Sözde Fetullah Gülenci subaylar. Tezata bakar mısınız? Ben İslamcıları sevmem ama benden tarafsalar ve benim istediğim doğrultuda darbe yaparlarsa alkışarım!!! Zihniyet bu! Dikkatinizi çekerim, darbe manifestosu gece TRT’de okunduğunda Amerika’da henüz sabahın erken saatleriydi ve detaylar medyaya henüz yansımamıştı bile…Darbenin başarısız olmasından sonra Türk siyaseti tarafından bombardımana tutulan ABD’nin başkan yardımcısı Biden ise hemen Türkiye’ye geliyor ve Başbakan Binali Yıldırım ile basın önünde yaptığı toplantıda herkesi alaya alıyor ve diyor ki “Yahu, vallahi haberimiz yok,  biz bunu internet oyunu filan sandık…”…15 Temmuz darbesinden önce Türkiye’nin başkentinde, İstanbul’un göbeğinde, havalanlarında olan bombalı saldırıları hatırlayın…Tüm bunlar darbe için hazırlıktı…Aslında esas hedef, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve AKP hükümetini olabildiğince darbelemekti. Darbe başarısız olunca tüm bunlar bir anda durdu. Durdu, çünkü onları besleyen kaynaklar kesildi. Ancak tüm bu süreç Türkiye’nin lehine değil, aleyhine işledi. Bugün Türkiye hem siyasi, hem askeri, hem de ekonomik bir çıkmazın içindedir. Türkiye’nin içine doluşan 4 milyona yakın mülteci Suriyeli’nin yarattığı sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlar da cabası. İşte Türkiye bu haldeyken bir de Kıbrıs sorunu ile uğraşıyor,  Avrupa Birliği’nin şartlarını yerine getirmeye çalışıyor.

 

Büyük ihtimalle bugün olacak olan şudur: Kıbrıslı Türkler ve Rumlar bir anlaşmaya varmadan önce Türkiye ile İsrail, Mısır ile de Yunanistan ve Rum tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti adına birer enerji anlaşması imzaladılar. Bu anlaşmalar imzalanalı henüz birkaç ay var, arkasından da çözüm arayışlarına ve taraflar arasındaki görüşmelere hız verildi, çözüm adına son kırk yılın en hızlı sürecine girildi. Bu tesadüf değildir. Gidişat toprak verip siyasi yetki almak yönündedir. Yani yeni kurulacak devletin yetkilerinde Türk tarafının da gücü oranında siyasi ortak olması yönündedir. Şahsi kanaatim, bu formülün gayet makul olduğudur. Sonuçta Kıbrıs Cumhuriyeti anlaşmalarına baktığınızda, ki bugün hala yürürlüktedirler, öncelikleri her iki toplumun siyasi gücünü ve varlığını,  ve ayrıca da ülkenin toprak bütünlüğünü korumak yönündeydi. Tabi bir de garantiler konusu var. Garantiler konusu garantilerin işlevine baktığımızda  tam bir “maskaralıktır”.  Neden maskaralıktır, bunu biraz açalım.

 

 1960 Cumhuriyeti’nde Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantördüler. Peki, 1963 ve 1974 yılları arasında Cumhuriyet darmadağın olurken hangisi hemen müdahale etti ve huzuru sağladı? Hiçbiri. Bu süreçte onbinden fazla masum insan hayatını yitirdi. Türkiye 4 Mart 1964’de 186 sayılı BM kararına imza attı ve bu imza ile o zaman için tek taraflı müdahale hakkından vazgeçti, hem de Rum tarafını Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi temsilcisi koltuğuna oturttu, Türk tarafını da dolaylı olarak isyancı koltuğuna mahkum etmiş oldu. Garantörlük haklarını bahane ederek müdahale etmeye kalktığında da dönemin ABD Başkanı Johnson’ın ünlü mektubu devreye girdi ve bir lafta Türkiye’nin kolunu kanadını kırdı. Diğer taraftan, bir halkın, bir ülkenin varlığı bir başka ülkenin veya oluşumun garantisi altında olamaz, olmamalıdır. Aksi takdirde ilelebet korkularınızla o ülkeye veya oluşuma bağlı kalırsınız, isterlerse günün birinde varlığınızı da yok ederler. Bizi bırakın, Türkiye’ye bakın. Bugün Türkiye bir NATO üyesidir ve NATO’ya güvenlik ve varlığını sürdürme gayleleriyle üye olmuştur. Peki sonuç? Bağlı olduğu birlik tarafından sömürülme ve nerdeyse yok olmanın eşiğine getirilme…Öncesine bakarsak, 1992’de Ege’deki NATO tatbikatında Muavenet Zırhlısı kasten ABD gemisi tarafından atılan iki füze ile vuruldu.  2003 yılında ABD’li askerler Türk askerinin kafasına çuvalı geçirdi. Tüm bu süreçte, PKK bir taraftan  terrorist örgüt ilan edildi, diğer taraftan desteklendi ve Türkiye Cumhuriyeti devleti ile eş seviyede “taraf” olarak ilan edildi. Alın size müttefik işte…Nasıl bir müttefikse! Bu örnekler aynı şeylerin Türkiye veya diğer garantörlerle Kıbrıslı Türklerin arasında da yaşanacağı anlamına gelmez, ama mevcut garanti sistemi bugünkü şartlarda tamamen işlevsizdir.

 

Hal bu olunca da, yapılacak tek şey kalır: Kıbrıslı Türkler öncelikle her ülkenin, her devletin, her toplumun yaptığı gibi kendi güvenlik sistemlerini oluşturmalıdır ve görüşme masasında bunu meşrulaştırmak için bastırmalıdır. Örneğin Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı beş bin kişilik bir jandarma gücü haline getirilebilir, polis gücü de beş bine çıkarılabilir. Alın size hazırda on bin kişilik güvenlik gücü. Bu güç hem karada, hem havada,  hem denizde güvenliği sağlamak için yeterlidir. Yeter ki yeterli techizat ve teknik altyapı sahibi olsun.  Aynısını Rumlardan da isteyelim, onlar da aynı oranda bir jandarma ve polis gücü oluştursunlar. Yetmedi mi, en gelişmiş ülkelerde bile mevcut olan ve ihtiyaç halinde devreye sokulan milis gücünü oluşturalım. Hafif silahlarla donatılmış on bin kişilik bir milis gücü oluşturalım, ihtiyaç halinde hemen devreye girsin. Etti mi size yirmi bin kişilik bir güvenlik ve savunma gücü. Bugün hemen herkesin evinde kayıtlı av tüfeği vardır. Yani ateşli silahı vardır. Gönüllülerden çok rahat on bin kişilik bir milis gücü oluşturulabilir. Hatırlayın, Türkiye Kıbrıs’a sadece beş bin kişilik bir güçle çıkarma yapmıştı ve sadece birkaç yüz mücahidin tuttuğu bir koridorda tutunabilmişti. Bu mücahitler sadece hafif silahlara sahipti ama bu ülkenin kaderini değiştirdiler, Türkiye’nin daha harekat başında yaşanacak çok muhtemel bir yenilgisini de önlediler. Beş bin kişiyle Kıbrıs gibi devasa bir adaya, üstelik de en az yirmi bin silahlı savunma gücünün olduğu bir adaya çıkarma filan yapılamaz. Bu ancak içerden destekle başarılı olabilirdi. Demek istediğim şu ki,  burada önemli olan kendi güvenlik ve savunma gücünüzü öncelikle oluşturmanızdır. Kendi vatanınız, kendi eviniz, kendi aileniz için önce kendiniz elinizi taşın altına koyacaksınız. Güvenlikte önceliği başkasından beklemeyeceksiniz. Türkiye’nin veya başkasının garantörlüğü veya desteği sonra gelir. Serbest bırakın, bir sorun olursa ister gelsin, isterse gelmesin. Zaten başkasının garantörlüğü belli şartlara bağlıdır ve o şartlar oluşsa bile, siyaseten bazı şartlar oluşmadığı için garantörlük sistemi işlevsiz kalır. Biz bunu 1963’den 1974’e kadar gördük. Ama kendi hazır savunma gücünüz olduğunda iş başkadır, anında devreye girer.  Bir de, Kıbrıs’tan ağır silahların uzaklaştırılması için bastırılması lazım, tanklar, toplar, füze sistemleri Kıbrıs’tan uzaklaştırılmalıdır. Ancak Kıbrıs’ın tamamen askersizleştirilmesi düşünülemez bile. Ordusu, ya da uygun bir savunma gücü olmayan bir ülke düşünülemez bile. Zaten dünyada örneği de yok. Her iki toplumun da silahlı güvenlik güçleri olmalıdır ki huzuru bozmaya niyetli olan iç ve dış güçlere karşı caydırıcı bir güç olsun. Bana göre Cumhurbaşkanı Sn. Akıncı ve Kıbrıs Türk tarafındaki tüm paydaşlar bu doğrultuda görüş ortaya koymalıdır.

 

Ancak görünen  o ki, Sn. Akıncı Masada yönlendirici olmaktan çok, kendine biçilen rolü yerine getiriyor. Çözüm konusunda kendinden öncekilerden çok daha ciddi ve istekli bir duruş sergiliyor pozisyonunda olsa da, ağırlıklı olarak süreci kimin kontrol ettiğine bakarsak, Rum tarafı topu daha ustalıkla çeviriyor ve masadan ne zaman çekileceğine ve ne zaman döneceğine kendileri karar veriyor. Aynısını Sn. Akıncı’nın da yapabilmesi gerekirdi, ama bugüne kadar topu Rum tarafı etkili kullandı, oyunu yönetti. Ancak bize de mecburlar, biz olmadan bu oyunu götüremezler, bunun farkındalar. Sn. Akıncı top kendisine geldiğinde olabildiğince etkili oynamaya çalışıyor. En azından kendinden öncekilerden daha istikrarlı bir oyun sergiledi, ama daha iyisi de olabilirdi. Bu gidişatta açık ve seçik olarak görülüyor ki Sn. Akıncı’nın görüşmeci ekibi Rum tarafının ekibine göre çok zayıf bir pozisyonda, Sn. Akıncı hem Cumhurbaşkanı hem de görüşmeci rolünü üstlenirken gereğinden fazla yük aldı. Rum tarafının öyle bir derdi yok, ekipleri çok güçlü. Görüşmeler Türk tarafı için kapalı bir kutu, Rum tarafı ise olan biteni açıklıyor, paylaşıyor, karşı tarafın medyasından gidişatı öğreniyoruz. Türkiye’nin içine düştüğü kaotik ortam da Rum tarafının elini güçlendiriyor, Sn. Akıncı’nın elini zayıflatıyor. Ancak önümüzdeki birkaç ay içinde Kıbrıs sorununda bir sona gelinmesi ve çözüm üretilmesi de bu büyük oyunun bir gereğidir. Bütün bunlara rağmen, bu sorun bitecek ve bu sorunu Türk tarafı adına bitirmek de Sn. Mustafa Akıncı’ya nasip olacak. Siyaseten Rum tarafı bizden çok daha avantajlı olsa da bazı konularda biz onlardan çok daha avantajlı bir durumdayız, ancak fırsatları değerlendirme konusunda çok zayıfız. Çok aciz bir siyaset ve devlet yapımız var.

 

Bizim Rumlara göre çok daha avantajlı olduğumuz iki sektör var, biri üniversitelermiz ve yüksek öğretim sektörü, diğeri turizm sektörü. Bugün nerdeyse 130 ülkeden gelen öğrencilerin sayısı 80 bini aşmış durumda. Bir öğrenci ülkemizde yılda en az 10 bin dolar harcıyor. Bu da yılda en az 800 milyon dolara tekabül eder. KKTC gibi küçük bir devlet için çok büyük bir gelir kaynağı. Ancak bu gelir kaynağı doğru şekilde takip edilmiyor, doğru şekilde kamu menfaati açısından kullanılamıyor. Bir öğrencinin bıraktığı gelir, ortalama 20 turistin piyasaya bıraktığı gelire denk bir gelir. 80 bin öğrenci demek, ülkemizde süreklilik arz eden 80 bin turist de demek aynı zamanda. Bir yılda ülkemizi en az 1 milyon 600 bin kişi ziyaret etti demektir. Buna ek olarak ziyaret ve turistik amaçlı gelen gerçek turistleri de eklersek, bu sayı 2 milyonu bulur. Peki bu insanlardan elde edilen gelirin kamu menfaati ve devlet geliri açısından faydası nerede, bu sorgulanmıyor. Bu gelirin vergi olarak yüzde onu vergi olarak devlet kasasına girse, eder 100 milyon dolar. Bu rakamla bir senede ülkenin tüm sağlık, eğitim, ulaşım ve altyapı sorunları kökten çözülür. Ama başıbozuk bir devlet yapımız olduğu için kimin eli kimin cebinde belli değil. Hal böyle olunca da Rum tarafından çok önde olduğumuz konularda bile genel kamu menfaati açısından bir fayda elde edemiyoruz. Bir düşünün, ülkede en çok satılan malların arasında başı alkollü içkiler ve sigara çekiyor. Bu iki tüketim malzemesinin baş müşterileri de üniversite öğrencileri ve resmi veya kaçak yolla satılan bu iki tüketim malzemesine yılda harcanan para nerdeyse 500 milyon lirayı buluyor, bu rakam da devlet bütçesinin nerdeyse onda birine denk geliyor. Memleket açık hava meyhanesine döndürüldü, uyuşturucu da ortalıkta kol geziyor. Turist otobüslerinde bile zula altındaki buzdolaplarında çatır çatır kaçak içki satılıyor. Ortada felaket bir durum var. Muazzam bir avantaj korkulacak, toplum güvenliğini tehdit eden bir dezavantaja dönüşmüş durumda. Bir tarafta kaçak Kuran kursları ve din istismarı, diğer tarafta memleketin bir ucundan diğer ucuna sokaklarda meyhaneler ve bahis ofisleri, kadınların satıldığı gece kulüpleri ve kontrolsüz fuhuş. Rum tarafından ve Türkiye’den sürekli gelen bir uyuşturucu akışı var. Ortada akıl almaz bir manzara var. Bizim gelen giden hükümetler, bu konuyla ilgili tüm paydaşlar, Milli Eğitim Bakanlığı, YÖDAK ve ilgili diğer tüm kurum ve kuruluşlar kendi havasında devam ediyor. Tek söylenen, öğrenci sayısını 100 bine çıkaracakları…

 

Ancak şunu da görmek lazım: Geçmişte üniversitelerimizin kalite değil, gelecek ve öğrenci sayısından kaynaklanan maddi kaygıları vardı. Artık bu yok. Bugün ülkemiz ve tüm üniversiteler, en azından ilk kurulan üniversiteler öğrenci sayısı bakımından doyuma ulaşmış seviyededirler ve maddi kaygıları da yoktur. Gelecek ve maddi kaygıların bittiği yerde, artık yavaş yavaş kaliteye doğru yöneldiler. Son yıllarda maddi kaygı değil, uluslar arası kalite kaygısı ortaya çıkmaya başladı. Bu da yapılan akademik çalışmaların hızını artırdı, öğretim elemanlarındaki kaliteyi daha da üst seviyeye çekti, dolayısıyla öğrenci kalitesini de yukarı çekmeye başladı. Eskiden bir tek Rum üniversitesi, bizdeki mevcut altı üniversiteden daha fazla uluslar arası yayın yapardı, şimdi ise bizdeki tek bir üniversiteden çıkan uluslar arası yayın sayısı onları fazlasıyla geçiyor. Bugün mesele, hedef koyma meselesidir. Eski üniversitelerimizin hedefi artık kalite çıtasını yüksek tutmaktır. Yeni kurulan veya kurulacak olanların da doğal olarak öncelikli derdi sürdürülebilir bir maddi yapıya ulaşmak, sonra da kaliteye yönelmek olacaktır. Bu bakımdan ilk kurulan üniversiteler daha avantajlı durumdadırlar. İlk kurulan üniversiteler arasında en büyük atılımları ve yatırımları yapan Yakın Doğu Üniversitesi’dir. Bugün ülkede bulunan öğrenci sayısının üçte birinden fazlasına sahiptir. Diğer üniversitelerde bulunan akademik bölümlerin yanısıra, donanımı ve altyapısı ile Türkiye’deki üniversiteleri de aşan bir tıp yatırımı gerçekleştirmiştir. Genele bakarsak, Kuzey Kıbrıs’daki üniversitelerin kapasitesi ve kalitesi, Türkiye’deki ve yakın coğrafyadaki üniversitelerin büyük çoğunluğunu çoktan geçmiştir. Kendimizi küçümsemeyelim, kalitemiz en üst seviyede olmasa da bölge coğrafyasında çoğundan çok daha üst düzeydedir. Zaten mezunlarımızın geldikleri yerlere bakarsak, kaliteyi orada görürüz. Türkiye’de son yaşanan FETÖ olayında açık ve seçik ortaya çıktı ki birçok üniversitede ve yüksek öğretim sisteminin tüm paydaş örgütlerinde çeteler ortalığı ele geçirmiş, kendileri çalmış kendileri oynamış, taraftarlarına istedikleri gibi akademik ünvan dağıtmış, birbirinin arkasını kollamış, sınavlarda haddi hesabı olmayan yolsuzluklar yapmış, Türk eğitim sisteminin temelini dinamitlemiş, resmen Türkiye’nin geleceğini karartmışlar. Bir taraftan bakıyorsunuz Fetöcüler ortalığı kasıp kavurmuş, diğer taraftan bakıyorsunuz kendisine “barış için akademisyen” diyen bir de entel dantel sürüsü türemiş, dıştan güdümlü PKK’nın yarattığı terörü ve aldığı canları, yaptığı maddi ve manevi yıkımı görmüyor, ama bunlarla savaşan devleti, askeri, polisi hedef alan saçma sapan argümanlar üretiyor.   Bereket versin ki bizim üniversitelerimizde böyle şeyler yok, ama YÖDAK’da yaşananlar da fena halde sırıtıyor. Üniversite sektörüne hakim olmak isterseniz, ilk ele geçirilecek yer YÖDAKtı ve orada tam anlamıyla rezilane bir süreç yaşandı, YÖDAK başkanı Hüseyin Gökçekuş birtakım bahanelerle görevden alındı, şimdi ise konu mahkemelik…Hüseyin Gökçekuş’un Cumhurbaşkanı Akıncı tarafından görevden alınması kimlere hizmet etti, kimlerin işini kolaylaştırdı, mahkeme süreci biter bitmez göreceğiz, manzara ortaya daha net çıkacaktır, ülkeye bir milyar dolara yakın gelir getiren bir sektörün çekirdek kurumunda yaşananların perde arkasında neler olmaktadır, baş aktörleri, yönetmenleri ve piyonları kimlerdir, ortaya çıkacaktır…

 

Her ne kadar FETÖ’nün KKTC ayağındaki aktörleri veya piyonları henüz netleşmemişse de, aslında dikkatli bir göz neyin ne olduğunu pekala da görebilir. Şu andaki gidişatta, her ne kadar birçok toplumsal sorunla uğraşıyor olsak da, KKTC siyasetinin de yeni baştan dizayn edilmesi için  gerekli olan senaryolar piyonlar aracılığıyla yürürlüktedir. Ancak şaşırtıcı olan şudur: Bunca badirenin tam ortasında olan Kıbrıs Türk halkı nasıl olur da manzarayı tüm çıplaklığıyla göremez ve içine çekildiği bu bataklıkta hala burnunu sürtmeye devam eder…Bir anlayabilsem!

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları