Büyük ihtimalle bugün olacak olan şudur: Kıbrıslı Türkler ve Rumlar bir anlaşmaya varmadan önce Türkiye ile İsrail, Mısır ile de Yunanistan ve Rum tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti adına birer enerji anlaşması imzaladılar. Bu anlaşmalar imzalanalı henüz birkaç ay var, arkasından da çözüm arayışlarına ve taraflar arasındaki görüşmelere hız verildi, çözüm adına son kırk yılın en hızlı sürecine girildi. Bu tesadüf değildir. Gidişat toprak verip siyasi yetki almak yönündedir. Yani yeni kurulacak devletin yetkilerinde Türk tarafının da gücü oranında siyasi ortak olması yönündedir. Şahsi kanaatim, bu formülün gayet makul olduğudur. Sonuçta Kıbrıs Cumhuriyeti anlaşmalarına baktığınızda, ki bugün hala yürürlüktedirler, öncelikleri her iki toplumun siyasi gücünü ve varlığını, ve ayrıca da ülkenin toprak bütünlüğünü korumak yönündeydi. Tabi bir de garantiler konusu var. Garantiler konusu garantilerin işlevine baktığımızda tam bir “maskaralıktır”. Neden maskaralıktır, bunu biraz açalım.
1960 Cumhuriyeti’nde Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantördüler. Peki, 1963 ve 1974 yılları arasında Cumhuriyet darmadağın olurken hangisi hemen müdahale etti ve huzuru sağladı? Hiçbiri. Bu süreçte onbinden fazla masum insan hayatını yitirdi. Türkiye 4 Mart 1964’de 186 sayılı BM kararına imza attı ve bu imza ile o zaman için tek taraflı müdahale hakkından vazgeçti, hem de Rum tarafını Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi temsilcisi koltuğuna oturttu, Türk tarafını da dolaylı olarak isyancı koltuğuna mahkum etmiş oldu. Garantörlük haklarını bahane ederek müdahale etmeye kalktığında da dönemin ABD Başkanı Johnson’ın ünlü mektubu devreye girdi ve bir lafta Türkiye’nin kolunu kanadını kırdı. Diğer taraftan, bir halkın, bir ülkenin varlığı bir başka ülkenin veya oluşumun garantisi altında olamaz, olmamalıdır. Aksi takdirde ilelebet korkularınızla o ülkeye veya oluşuma bağlı kalırsınız, isterlerse günün birinde varlığınızı da yok ederler. Bizi bırakın, Türkiye’ye bakın. Bugün Türkiye bir NATO üyesidir ve NATO’ya güvenlik ve varlığını sürdürme gayleleriyle üye olmuştur. Peki sonuç? Bağlı olduğu birlik tarafından sömürülme ve nerdeyse yok olmanın eşiğine getirilme…Öncesine bakarsak, 1992’de Ege’deki NATO tatbikatında Muavenet Zırhlısı kasten ABD gemisi tarafından atılan iki füze ile vuruldu. 2003 yılında ABD’li askerler Türk askerinin kafasına çuvalı geçirdi. Tüm bu süreçte, PKK bir taraftan terrorist örgüt ilan edildi, diğer taraftan desteklendi ve Türkiye Cumhuriyeti devleti ile eş seviyede “taraf” olarak ilan edildi. Alın size müttefik işte…Nasıl bir müttefikse! Bu örnekler aynı şeylerin Türkiye veya diğer garantörlerle Kıbrıslı Türklerin arasında da yaşanacağı anlamına gelmez, ama mevcut garanti sistemi bugünkü şartlarda tamamen işlevsizdir.
Hal bu olunca da, yapılacak tek şey kalır: Kıbrıslı Türkler öncelikle her ülkenin, her devletin, her toplumun yaptığı gibi kendi güvenlik sistemlerini oluşturmalıdır ve görüşme masasında bunu meşrulaştırmak için bastırmalıdır. Örneğin Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı beş bin kişilik bir jandarma gücü haline getirilebilir, polis gücü de beş bine çıkarılabilir. Alın size hazırda on bin kişilik güvenlik gücü. Bu güç hem karada, hem havada, hem denizde güvenliği sağlamak için yeterlidir. Yeter ki yeterli techizat ve teknik altyapı sahibi olsun. Aynısını Rumlardan da isteyelim, onlar da aynı oranda bir jandarma ve polis gücü oluştursunlar. Yetmedi mi, en gelişmiş ülkelerde bile mevcut olan ve ihtiyaç halinde devreye sokulan milis gücünü oluşturalım. Hafif silahlarla donatılmış on bin kişilik bir milis gücü oluşturalım, ihtiyaç halinde hemen devreye girsin. Etti mi size yirmi bin kişilik bir güvenlik ve savunma gücü. Bugün hemen herkesin evinde kayıtlı av tüfeği vardır. Yani ateşli silahı vardır. Gönüllülerden çok rahat on bin kişilik bir milis gücü oluşturulabilir. Hatırlayın, Türkiye Kıbrıs’a sadece beş bin kişilik bir güçle çıkarma yapmıştı ve sadece birkaç yüz mücahidin tuttuğu bir koridorda tutunabilmişti. Bu mücahitler sadece hafif silahlara sahipti ama bu ülkenin kaderini değiştirdiler, Türkiye’nin daha harekat başında yaşanacak çok muhtemel bir yenilgisini de önlediler. Beş bin kişiyle Kıbrıs gibi devasa bir adaya, üstelik de en az yirmi bin silahlı savunma gücünün olduğu bir adaya çıkarma filan yapılamaz. Bu ancak içerden destekle başarılı olabilirdi. Demek istediğim şu ki, burada önemli olan kendi güvenlik ve savunma gücünüzü öncelikle oluşturmanızdır. Kendi vatanınız, kendi eviniz, kendi aileniz için önce kendiniz elinizi taşın altına koyacaksınız. Güvenlikte önceliği başkasından beklemeyeceksiniz. Türkiye’nin veya başkasının garantörlüğü veya desteği sonra gelir. Serbest bırakın, bir sorun olursa ister gelsin, isterse gelmesin. Zaten başkasının garantörlüğü belli şartlara bağlıdır ve o şartlar oluşsa bile, siyaseten bazı şartlar oluşmadığı için garantörlük sistemi işlevsiz kalır. Biz bunu 1963’den 1974’e kadar gördük. Ama kendi hazır savunma gücünüz olduğunda iş başkadır, anında devreye girer. Bir de, Kıbrıs’tan ağır silahların uzaklaştırılması için bastırılması lazım, tanklar, toplar, füze sistemleri Kıbrıs’tan uzaklaştırılmalıdır. Ancak Kıbrıs’ın tamamen askersizleştirilmesi düşünülemez bile. Ordusu, ya da uygun bir savunma gücü olmayan bir ülke düşünülemez bile. Zaten dünyada örneği de yok. Her iki toplumun da silahlı güvenlik güçleri olmalıdır ki huzuru bozmaya niyetli olan iç ve dış güçlere karşı caydırıcı bir güç olsun. Bana göre Cumhurbaşkanı Sn. Akıncı ve Kıbrıs Türk tarafındaki tüm paydaşlar bu doğrultuda görüş ortaya koymalıdır.
Ancak görünen o ki, Sn. Akıncı Masada yönlendirici olmaktan çok, kendine biçilen rolü yerine getiriyor. Çözüm konusunda kendinden öncekilerden çok daha ciddi ve istekli bir duruş sergiliyor pozisyonunda olsa da, ağırlıklı olarak süreci kimin kontrol ettiğine bakarsak, Rum tarafı topu daha ustalıkla çeviriyor ve masadan ne zaman çekileceğine ve ne zaman döneceğine kendileri karar veriyor. Aynısını Sn. Akıncı’nın da yapabilmesi gerekirdi, ama bugüne kadar topu Rum tarafı etkili kullandı, oyunu yönetti. Ancak bize de mecburlar, biz olmadan bu oyunu götüremezler, bunun farkındalar. Sn. Akıncı top kendisine geldiğinde olabildiğince etkili oynamaya çalışıyor. En azından kendinden öncekilerden daha istikrarlı bir oyun sergiledi, ama daha iyisi de olabilirdi. Bu gidişatta açık ve seçik olarak görülüyor ki Sn. Akıncı’nın görüşmeci ekibi Rum tarafının ekibine göre çok zayıf bir pozisyonda, Sn. Akıncı hem Cumhurbaşkanı hem de görüşmeci rolünü üstlenirken gereğinden fazla yük aldı. Rum tarafının öyle bir derdi yok, ekipleri çok güçlü. Görüşmeler Türk tarafı için kapalı bir kutu, Rum tarafı ise olan biteni açıklıyor, paylaşıyor, karşı tarafın medyasından gidişatı öğreniyoruz. Türkiye’nin içine düştüğü kaotik ortam da Rum tarafının elini güçlendiriyor, Sn. Akıncı’nın elini zayıflatıyor. Ancak önümüzdeki birkaç ay içinde Kıbrıs sorununda bir sona gelinmesi ve çözüm üretilmesi de bu büyük oyunun bir gereğidir. Bütün bunlara rağmen, bu sorun bitecek ve bu sorunu Türk tarafı adına bitirmek de Sn. Mustafa Akıncı’ya nasip olacak. Siyaseten Rum tarafı bizden çok daha avantajlı olsa da bazı konularda biz onlardan çok daha avantajlı bir durumdayız, ancak fırsatları değerlendirme konusunda çok zayıfız. Çok aciz bir siyaset ve devlet yapımız var.
Bizim Rumlara göre çok daha avantajlı olduğumuz iki sektör var, biri üniversitelermiz ve yüksek öğretim sektörü, diğeri turizm sektörü. Bugün nerdeyse 130 ülkeden gelen öğrencilerin sayısı 80 bini aşmış durumda. Bir öğrenci ülkemizde yılda en az 10 bin dolar harcıyor. Bu da yılda en az 800 milyon dolara tekabül eder. KKTC gibi küçük bir devlet için çok büyük bir gelir kaynağı. Ancak bu gelir kaynağı doğru şekilde takip edilmiyor, doğru şekilde kamu menfaati açısından kullanılamıyor. Bir öğrencinin bıraktığı gelir, ortalama 20 turistin piyasaya bıraktığı gelire denk bir gelir. 80 bin öğrenci demek, ülkemizde süreklilik arz eden 80 bin turist de demek aynı zamanda. Bir yılda ülkemizi en az 1 milyon 600 bin kişi ziyaret etti demektir. Buna ek olarak ziyaret ve turistik amaçlı gelen gerçek turistleri de eklersek, bu sayı 2 milyonu bulur. Peki bu insanlardan elde edilen gelirin kamu menfaati ve devlet geliri açısından faydası nerede, bu sorgulanmıyor. Bu gelirin vergi olarak yüzde onu vergi olarak devlet kasasına girse, eder 100 milyon dolar. Bu rakamla bir senede ülkenin tüm sağlık, eğitim, ulaşım ve altyapı sorunları kökten çözülür. Ama başıbozuk bir devlet yapımız olduğu için kimin eli kimin cebinde belli değil. Hal böyle olunca da Rum tarafından çok önde olduğumuz konularda bile genel kamu menfaati açısından bir fayda elde edemiyoruz. Bir düşünün, ülkede en çok satılan malların arasında başı alkollü içkiler ve sigara çekiyor. Bu iki tüketim malzemesinin baş müşterileri de üniversite öğrencileri ve resmi veya kaçak yolla satılan bu iki tüketim malzemesine yılda harcanan para nerdeyse 500 milyon lirayı buluyor, bu rakam da devlet bütçesinin nerdeyse onda birine denk geliyor. Memleket açık hava meyhanesine döndürüldü, uyuşturucu da ortalıkta kol geziyor. Turist otobüslerinde bile zula altındaki buzdolaplarında çatır çatır kaçak içki satılıyor. Ortada felaket bir durum var. Muazzam bir avantaj korkulacak, toplum güvenliğini tehdit eden bir dezavantaja dönüşmüş durumda. Bir tarafta kaçak Kuran kursları ve din istismarı, diğer tarafta memleketin bir ucundan diğer ucuna sokaklarda meyhaneler ve bahis ofisleri, kadınların satıldığı gece kulüpleri ve kontrolsüz fuhuş. Rum tarafından ve Türkiye’den sürekli gelen bir uyuşturucu akışı var. Ortada akıl almaz bir manzara var. Bizim gelen giden hükümetler, bu konuyla ilgili tüm paydaşlar, Milli Eğitim Bakanlığı, YÖDAK ve ilgili diğer tüm kurum ve kuruluşlar kendi havasında devam ediyor. Tek söylenen, öğrenci sayısını 100 bine çıkaracakları…
Ancak şunu da görmek lazım: Geçmişte üniversitelerimizin kalite değil, gelecek ve öğrenci sayısından kaynaklanan maddi kaygıları vardı. Artık bu yok. Bugün ülkemiz ve tüm üniversiteler, en azından ilk kurulan üniversiteler öğrenci sayısı bakımından doyuma ulaşmış seviyededirler ve maddi kaygıları da yoktur. Gelecek ve maddi kaygıların bittiği yerde, artık yavaş yavaş kaliteye doğru yöneldiler. Son yıllarda maddi kaygı değil, uluslar arası kalite kaygısı ortaya çıkmaya başladı. Bu da yapılan akademik çalışmaların hızını artırdı, öğretim elemanlarındaki kaliteyi daha da üst seviyeye çekti, dolayısıyla öğrenci kalitesini de yukarı çekmeye başladı. Eskiden bir tek Rum üniversitesi, bizdeki mevcut altı üniversiteden daha fazla uluslar arası yayın yapardı, şimdi ise bizdeki tek bir üniversiteden çıkan uluslar arası yayın sayısı onları fazlasıyla geçiyor. Bugün mesele, hedef koyma meselesidir. Eski üniversitelerimizin hedefi artık kalite çıtasını yüksek tutmaktır. Yeni kurulan veya kurulacak olanların da doğal olarak öncelikli derdi sürdürülebilir bir maddi yapıya ulaşmak, sonra da kaliteye yönelmek olacaktır. Bu bakımdan ilk kurulan üniversiteler daha avantajlı durumdadırlar. İlk kurulan üniversiteler arasında en büyük atılımları ve yatırımları yapan Yakın Doğu Üniversitesi’dir. Bugün ülkede bulunan öğrenci sayısının üçte birinden fazlasına sahiptir. Diğer üniversitelerde bulunan akademik bölümlerin yanısıra, donanımı ve altyapısı ile Türkiye’deki üniversiteleri de aşan bir tıp yatırımı gerçekleştirmiştir. Genele bakarsak, Kuzey Kıbrıs’daki üniversitelerin kapasitesi ve kalitesi, Türkiye’deki ve yakın coğrafyadaki üniversitelerin büyük çoğunluğunu çoktan geçmiştir. Kendimizi küçümsemeyelim, kalitemiz en üst seviyede olmasa da bölge coğrafyasında çoğundan çok daha üst düzeydedir. Zaten mezunlarımızın geldikleri yerlere bakarsak, kaliteyi orada görürüz. Türkiye’de son yaşanan FETÖ olayında açık ve seçik ortaya çıktı ki birçok üniversitede ve yüksek öğretim sisteminin tüm paydaş örgütlerinde çeteler ortalığı ele geçirmiş, kendileri çalmış kendileri oynamış, taraftarlarına istedikleri gibi akademik ünvan dağıtmış, birbirinin arkasını kollamış, sınavlarda haddi hesabı olmayan yolsuzluklar yapmış, Türk eğitim sisteminin temelini dinamitlemiş, resmen Türkiye’nin geleceğini karartmışlar. Bir taraftan bakıyorsunuz Fetöcüler ortalığı kasıp kavurmuş, diğer taraftan bakıyorsunuz kendisine “barış için akademisyen” diyen bir de entel dantel sürüsü türemiş, dıştan güdümlü PKK’nın yarattığı terörü ve aldığı canları, yaptığı maddi ve manevi yıkımı görmüyor, ama bunlarla savaşan devleti, askeri, polisi hedef alan saçma sapan argümanlar üretiyor. Bereket versin ki bizim üniversitelerimizde böyle şeyler yok, ama YÖDAK’da yaşananlar da fena halde sırıtıyor. Üniversite sektörüne hakim olmak isterseniz, ilk ele geçirilecek yer YÖDAKtı ve orada tam anlamıyla rezilane bir süreç yaşandı, YÖDAK başkanı Hüseyin Gökçekuş birtakım bahanelerle görevden alındı, şimdi ise konu mahkemelik…Hüseyin Gökçekuş’un Cumhurbaşkanı Akıncı tarafından görevden alınması kimlere hizmet etti, kimlerin işini kolaylaştırdı, mahkeme süreci biter bitmez göreceğiz, manzara ortaya daha net çıkacaktır, ülkeye bir milyar dolara yakın gelir getiren bir sektörün çekirdek kurumunda yaşananların perde arkasında neler olmaktadır, baş aktörleri, yönetmenleri ve piyonları kimlerdir, ortaya çıkacaktır…
Her ne kadar FETÖ’nün KKTC ayağındaki aktörleri veya piyonları henüz netleşmemişse de, aslında dikkatli bir göz neyin ne olduğunu pekala da görebilir. Şu andaki gidişatta, her ne kadar birçok toplumsal sorunla uğraşıyor olsak da, KKTC siyasetinin de yeni baştan dizayn edilmesi için gerekli olan senaryolar piyonlar aracılığıyla yürürlüktedir. Ancak şaşırtıcı olan şudur: Bunca badirenin tam ortasında olan Kıbrıs Türk halkı nasıl olur da manzarayı tüm çıplaklığıyla göremez ve içine çekildiği bu bataklıkta hala burnunu sürtmeye devam eder…Bir anlayabilsem!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.