Engin Solakoğlu soL okurlarının artık yakından tanıdığı bir isim. Hem soL'daki yazıları, hem Dayanışma Meclisi'nin soL TV'deki tartışma programına yaptığı katkılardan takip ediliyor.
Solakoğlu'nun tecrübeli bir emekli diplomat olarak ülke siyasetiyle ilgili yorumlarını dikkatle takip ediyoruz elbette, ama onunla Kıbrıs konusunu konuşmanın ayrı bir keyfi var. Çünkü Kıbrıs'ı, Kıbrıslıları gerçekten seven, aynı zamanda Kıbrıs'a da emeği geçen birisi.
Son günlerde Kıbrıs cinayet, mafya, eroin kaçakçılığı gibi son derece can sıkıcı başlıklarla gündeme geldi. Bunun nedeni de açık aslında, Solakoğlu'nun da söyleşide belirttiği gibi, Akdeniz'in bu şahane adasının kaderi Türkiye'den ayrı çizilemiyor. Biz Türkiye'yi bu düzenden kurtaramazsak, Kıbrıs için de kurtuluş kolay görünmüyor.
Belki de Kıbrıs'ın en sıcak günlerinin yaşandığı yıllarda, 1994 güzü ile 1997 yılları arasında kendi deyimiyle “çiçeği burnunda” bir diplomat olarak Kıbrıs'ta görev yapan Solakoğlu'na sorularımız ve yanıtları şu şekilde:
Son günlerde haber hazırlarken en sık kullandığımız isimlere bakınca kendimizi 90'larda sanıyoruz gazeteciler olarak. Muhtemelen okurların da, en azından yaşı yetenlerin, bu hisse kapıldığı olmuştur. Uzun yıllar devlet görevinde bulunmuş bir emekli bürokrat olarak bu durumu nasıl yorumluyorsunuz? Biz neden on yıllardır benzer olaylarda aynı isimlerle karşılaşıyoruz? Bu, değişen iktidarlara rağmen değişmeyen bir "derin devlet" fikrine sahip olanları haklı mı çıkarıyor? Yoksa başka bir durumdan mı söz edebiliriz?
Daha önce pek çok kez yazdım ve söyledim. AKP iktidara geldiğinde, yanına katılan liberallerle birlikte “ezber bozmak” sloganını çok sık işitiyorduk. Bunlar, salt Türkiye’deki kendi deyimleriyle “vesayet düzeni”ni değil, Kıbrıs ve AB gibi konularda da masayı devirecek, her şeyi baştan inşa edeceklerdi.
Aradan 20 yıla yakın zaman geçti. Aynı karanlık isimleri yineleyip duruyor, 30 yıl önceki cinayetleri işleyenlerin isimlerini yeni kuşaklara da ezberletiyoruz. Karşımızdaki manzaranın bize anlatması gereken tek hikaye Türkiye’nin sorunlarının iktidar değişikliğiyle değil, düzen değişikliğiyle çözülebileceğidir. Buradan “derin devlet” öyküsü çıkmaz bence. Çıksa çıksa burjuvazinin bütün iplerini elinde tuttuğu ve ihtiyaca veya konjonktüre göre köşelerini sivrilttiği veya törpülediği bir baskı aygıtı çıkar.
Bu genel sorudan sonra, sizin de özel olarak ilgilendiğinizi bildiğimiz, hem de görev yaptığınız Kıbrıs konusuna gelmek istiyorum. Öncelikle siz hangi tarihlerde, ne görevle Kıbrıs'ta bulunmuştunuz?
1994 güzü ile 1997 yılları arasında “çiçeği burnunda” bir diplomat olarak bulundum ben Kıbrıs’ta. O dönemki unvanım III. Katipti. Buna ek olarak 1999-2001 yılları arasında Kıbrıs’tan da sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Şükrü S. Gürel’in Danışmanı olarak çalıştım. 2005-2008 yılları arasında ise Dışişleri Bakanlığı’nın Kıbrıs biriminde Şube Müdürü ve Daire Başkanı olarak görev yaptım. Kıbrıs’ta görev yapan hemen her Türk diplomatı benzer şeyler söyleyebilir ama kritik bir dönemdi 94-97 arası. Kutlu Adalı cinayeti, sınır olayları, büyük orman yangını, elektrik krizi, Cumhurbaşkanı Denktaş’ın kalp krizi, AB ve Türkiye’nin Kıbrıs Türk toplumu üzerinde hakimiyet kurma mücadelesi ilk aklıma gelenler.
İki unsur çok şaşırtmıştı beni Kıbrıs’ta. Birincisi, Kıbrıslı Türkler Türkçe konuşuyorlardı ama neredeyse hiçbir açıdan Türkiyelilere benzemiyorlardı. Bir savaş ortamında yaşamalarına karşın, uygar ve sakin insanlardı. İkincisi, Lefkoşa’da görev yapmak Türkiye’nin başka hiçbir misyonunda çalışmaya benzemiyordu. Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı veya Başbakan’ı haftada birkaç gün görebiliyor, icabında kadeh tokuşturabiliyordunuz. Bunun da ötesinde KKTC’yi “kalkındırmaktan” ve “yönetmekten” de sorumluydunuz.
Bu iki husus önemli zira Lefkoşa Büyükelçiliği’nin kadrolarına baktığınız zaman bu iddiayı hissedebileceğiniz bir ortam vardı. Dışişleri kadroları bir yana, dış ticaret, hazine gibi kurumlardan gelenler de son derece nitelikli insanlardı. İddia şuydu: KKTC’yi öyle bir kalkındıracaktık ki, Rum tarafının refahına özenmeyecek, AB’nin çekimine kapılmayacaktı.
'Sonuçta kumarhaneler açıldı ve mafya patladı'
Peki burada yol alındı mı, ne tür örnekler geliyor aklınıza?
Yereldeki oyuncularla geliştirdiğimiz ve o an bize çok parlak gelen bütün kalkınma projeleri mutlaka bir noktada Türkiye’deki çeşitli güç odakları tarafından akamete uğratılıyordu. Basit bir örnek vereyim: Seralarda kesme çiçek üretelim, Türkiye üzerinden Avrupa’ya satalım diyerek yola çıkıyor, üreticiler için bir takım teşvik projeleri hazırlıyor, onay için Ankara’ya gönderiyorduk. Uzun süre yanıt alamayınca araştırıp görüyorduk ki, Türkiye’nin bir bölgesinde bu işi yapanlar bölge milletvekilleri aracılığıyla ilgili bakan veya bakanlara baskı yapıp projeyi öldürmüşler. Böyle onlarca örnek var. Kıbrıs Türk solu da kendi açılarından tümüyle haklı olarak “Türkiye Kıbrıs Türkü dilenci konumunda kalsın diye burayı kalkındırmıyor” diyordu. Niyet bu muydu, hala emin değilim ama akıbet her seferinde bu düşünceyi doğruluyordu.
Burayı biraz uzattım ama gelmek istediğim bir nokta var. Bu sonsuz kalkınma formülü arayışları içerisinde bir gün Türkiye’de kapatılan kumarhanelerin KKTC’de açılması gündeme geldi. Oteller açılacaktı, turizm patlayacaktı. O dönem birkaç kıdemli ve yurtsever bürokratın, KKTC’nin devlet yapısı henüz çok kırılgan ve sığ, kumarhaneyle gelecek mafyayla başa çıkamaz diyerek direnmeye çalıştıklarını ancak söz dinletemediklerini anımsıyorum. Sonuçta kumarhaneler açıldı ve mafya patladı.
'Kıbrıslı Türk profili sıradan Türkiyeli siyasetçinin çözebileceği sığlıkta değil'
Türkiye şimdi tasfiye edilmeye çalışılan bir suç örgütü liderinin itiraf ve suçlamalarıyla çalkalanıyor, deyim yerindeyse. Kamuoyunun tartıştığı birçok konu var fakat en dikkat çekenlerden birisi Kıbrıslı yazar Kutlu Adalı cinayeti. İddialara geçmeden önce Kutlu Adalı kimdir, Kıbrıs halkı için neyi temsil ediyor? Benim gibi bir çok kişi bu ismi yeni duymuş olabilir. İddiaları konuşmadan önce biraz arka planı anlamak adına soruyorum..
Kutlu Adalı elbette Türkiye’deki çok sınırlı bir çevre dışında ismi bilinen bir kişi değil. Buradaki virajı da biraz geniş alacağım okurların hoşgörüsüne sığınarak.
Kimi zaman nesnel kalmakta zorluk çekiyor olabilirim ama Kıbrıslı Türk profili sıradan Türkiyeli siyasetçinin çözebileceği sığlıkta değil. Türkiye’de bu konuda bir körlük olduğu söylenebileceği gibi, şimdi isimlerini yeniden duymak zorunda kalmış kirli isimlerin vazgeçemedikleri bir kara gözlük benzetmesi de yapabiliriz bu durum için. Şablona göre Kıbrıs Türkleri sabah akşam “Türkiye’ye şükran diyenler” ile “Rumcular” olmak üzere ikiye ayrılıyor. Siyah ve Beyaz. Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgilenmeye başlamasının üzerinden yarım yüzyılı aşkın zaman geçmesine karşın bu şablonda milim değişme yok. Sağcılar “Türkiye’ci”, solcular Rumcu. KKTC’deki son Cumhurbaşkanlığı seçiminde Türkiye’deki AKP yandaşı olmayan kanallarda bir takım “solcu” geçinen tayfa ile “pek vatansever” emekli subay da bu ezber üzerinden ahkam kestiler utanıp sıkılmadan. Aralarından pek azı KKTC’nin açılımın doğru söyleyebiliyordu ayrıca. Siyaseti küfür, hakaret ve tehdit olarak algılayan cinnet ittifakı cephesine hiç değinmiyorum bile. Adaylar arasında Kıbrıs Türk varlığının Ada’daki varlığı savunmak için eline silah alıp çarpışmış olan tek adamı, Mustafa Akıncı’yı “Rumcu/AB’ci” diye yaftalayıverdiler.
Uzattım biliyorum ama işte “Adayı Rumlara satacak” ve “PKK destekçisi” diye katledilen Kutlu Adalı da böyle bir insan. Kıbrıs Türk Direnişinde Denktaş’ın yanında durmuş, sonra benim tanışma onuruna eriştiğim birçokları gibi, 1974 sonrası kurulan çarpık düzenden rahatsız olduğu için uzaklaşmış tertemiz bir yurtsever gazeteci.
İddiayı hatırlatmak gerekirse Peker, Kutlu Adalı’yı infaz etmek için Korkut Eken’le birlikte kardeşinin adaya gittiğini söyledi. Eken de Peker’le birlikte adaya gittiğini doğruladı ama bunu PKK ile mücadele adına yaptıklarını, emri de Mehmet Ağar’dan aldıklarını söyledi. Dönemin adada görev yapan TSK komutanları da Eken ve Peker’in ziyaretlerini kabul etti, ama Adalı cinayetiyle ilgili bilgileri olmadıklarını söyledi. Bu noktadan sonra akla gelen birkaç soru var:
1996’dan bahsediyoruz. Öncelikle adada Eken’in iddia ettiği gibi bir 'PKK tehdidi' var mıydı? Adadaki politik atmosferden bahseder misiniz kısaca?
KKTC’nin bir özelliği de TSK bakımından bir rotasyon yeri olması. Hukuken savaş sürüyor ama asker olarak burnunuzun kanama riski sıfıra yakın. Biraz açarsam, subaylar ya güneydoğu görevinden sonra KKTC’ye geliyorlar ya da iki güneydoğu görevi arasında KKTC’de görev yapıyorlar. Ben görevim ve seviyem gereği genellikle yarbay, albay rütbesinde birçok subayla çalıştım Lefkoşa’da. KKTC’de görev yapan o dönem 4 paşayla da yemeklerde ve diğer sosyal vesilelerle karşılaştım, konuştum. Kıbrıs bağlamındaki ortak kaygıları biraz karikatürize ederek anlatırsam “kızın, büyük şehir vaadiyle kandırılıp davulcuya kaçması”ydı. Şifreli olmasın derseniz kız Kıbrıs Türkü, davulcu Kıbrıs Rumu ve büyük şehir Avrupa Birliği’ydi. Bu kaygı sivil bürokrasi tarafından da paylaşılıyordu elbette.
KKTC’ye Türkiye’den getirilen göçmenler arasında Kürtler de vardı. Buna ilaveten, geçici çalışma izinleriyle gelenler arasında da Kürtler bulunuyordu doğal olarak. PKK’nın bir şekilde bu insanlara ulaşarak propaganda yaptığı vakidir. Ancak bunun tehdit seviyesine vardığına ilişkin bırakın somut kanıtı, karineden dahi bahsedilemez. Düşünün, o dönemde sivil nüfus taş çatlasa 250 bin civarında. Askeri birlik mevcudu ise Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri, Kıbrıs Türk Alayı ve KKTC’nin resmi askeri gücü olarak kabul edilen Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’nı (GKK) toplarsak 45 binden fazla. Polisi vesaireyi de eklerseniz, her altı kişiden birinin asker/polis olduğu, dünyadan tek bir giriş noktasının bulunduğu ve onun da Türkiye olduğu bir memlekette PKK ne halt edecek?
'Kutlu Adalı cinayetinin oturduğu düzlem TC-AB nüfuz mücadelesi'
Öyleyse bu durumda Kutlu Adalı cinayeti nereye oturuyor? Peker'in iddialarına göre Adalı kendilerine "vatan haini" olarak propaganda edilmiş, ama böyle olmadığını sonra anlamış. Esas mesele, yine Peker'in aktarımından devam edecek olursak, Adalı, devletin yasadışına çıkan güvenlik personellerinden bazılarının Kıbrıs'taki faaliyetlerini araştırdığı için ortadan kaldırılmış. (Bir kiliseye gizlenmiş rumlardan kalma ganimetlerin yağma edilmesi) O dönemi Kıbrıs'ta yaşamış biri olarak bu iddialara yorumunuz ne olur?
Kutlu Adalı cinayetinin, buna göz yumanlar bakımından Kıbrıs bağlamında oturduğu tek bir düzlem var bana göre: TC-AB nüfuz mücadelesi. O dönem AB’den yana bir siyasi çizgi benimseyen Yeni Düzen gazetesinin yazarı Kutlu Adalı’nın ortaya çıkartmaya çalıştığı ve kolaylıkla “savaş suçu” olarak tanımlanabilecek cürümler Türkiye’ye itibar ve zemin kaybettirecek diye düşünülmüş olabilir. Bununla birlikte, cinayeti planlayanlar açısından bakarsak, şu ana kadar öğrendiklerimiz doğru ise, Eken ve bir grup arkadaşı “Kelly’s heroes” filminin ikinci çevrimini yapmışlar, son aşamada bunu ortaya çıkartıp kamuoyunu uyarmak ve hırsızlığı önlemek isteyen Kutlu Adalı’yı da öldürmüşler. Tetiği çeken ve çekmeye aday olan mafya tetikçilerine ise bu cinayet PKK’ya karşı önleyici eylem diye yutturulmuş.
KKTC’de yaşayan herkes bu tür ganimet hikayelerini bilir. Özellikle Kıbrıs Harekatı’nın ikinci aşaması sırasında, başta Maraş bölgesi ve Girne olmak üzere, birçok yörede evlerini terk etmek zorunda kalan Kıbrıs Rumları’nın yükte hafif pahada ağır eşyalarının çalındığı, komuta kademesinin zaman zaman yağma manzaraları arz eden bu olguya müdahale etmek zorunda kaldığı, bu amaçla kimi emirler çıkartılarak bulunan eşyaların resmen koruma altına alındığı, ama sonra buralardan bile hırsızlık yapıldığı söylenir. Bu bağlamda, kişisel eşyaların ötesinde kiliselerden sökülen ikonaların veya altın şamdanların yıllar sonra Avrupa veya ABD’deki müzayede salonlarında zuhur etmesi bu iddiaların gerçekliğine kanıt olarak gösterilebilir.
Vatan, millet, ezan, bayrak diye yutturulan eylemlerin kişisel zenginleşmeden başka amacının olmadığını gösteren ne ilk, ne de son örnektir Kıbrıs’ta gördüğümüz.
'KKTC’yi kumarla kalkındırma modelinin Türkçe tercümesi, mafyaya teslim etmektir'
Son günlerde ortaya saçılanlardan sonra, devletle de ilişkili bazı mafyatik tiplerin Kıbrıs'ı adeta Türkiye'de yapmakta zorlandıkları kumar, uyuşturucu gibi faaliyetleri için bir tür kurtarılmış bölge olarak kullandıkları sonucunu çıkartabilir miyiz?
Yukarıda bu noktaya nasıl gelindiğinin öyküsünü biraz anlatmıştım. KKTC’yi kumarla kalkındırma modelinin Türkçe tercümesi, mafyaya teslim etmektir. Bu arada KKTC kalkınmış mıdır? Bu soruya hemencecik hayır yanıtı vermek kolay değil. KKTC kalkındı elbette. Örneğin KKTC ile Kıbrıs Rum Yönetimi arasındaki kişi başına gelir farkı kayda değer şekilde azaldı. Yalnız bu kumarhane turizmiyle değil, büyük ölçüde öğrenci turizmi ve inşaat sektöründeki patlamayla gerçekleşti. KKTC üniversiteleri eskiye göre çok yüksek sayıda üçüncü ülke öğrencisi çekiyor. Kalite tartışmasına girmeyeceğim çünkü Türkiye’de yaşıyorum. İnşaat sektörünün patlaması ise ne gariptir ki dolaylı olarak AB sayesinde oldu. 2004 yılında Annan Planı’nın yarattığı olumlu beklentilerin rüzgârı sektörü canlandırdı. Bakın yine konudan açıldım. Dönelim kumarhanelere.
Kumarhanenin olup da mafyanın olmadığı fazla yer bilmiyorum. Topal cinayeti bu işin işaret fişeğiydi zaten. Zaman zaman Türkiye’nin KKTC’yi ilhak edebileceği veya KKTC’nin Türkiye’ye iltihak edebileceği söyleniyor biliyorsunuz. Benim gördüğüm kadarıyla, Türkiye mafyası, iktidar sahiplerinin de tam desteğiyle, ilhak işlemini fiili olarak gerçekleştirme yolundalar.
Tüm bu konuştuklarımızı, Kıbrıs'ın siyasi statüsü üzerindeki bitmek tükenmek bilmeyen tartışma ile ilgisini soracak olursam ne dersiniz?
Statü, Kıbrıslı Türklerin benim çok sevdiğim deyişiyle ıstatü… Kıbrıs Cumhuriyeti, kurulduğunda devletler hukuku bakımından “sui generis” (kendine özgü) bir yapı olarak tanımlanmıştı. O devlet şu veya bu şekilde sona erdi. Yalnız o devletten doğan iki ülke de bir çok açıdan tartışmalı özelliklere sahipler. Bizi ilgilendiren KKTC.
KKTC’nin güzel bir Anayasası var. Temel hak ve özgürlükler, laiklik vesaire bakımından bu coğrafyada ve burjuva sistemi içinde rastlayabileceğiniz en güzel metinlerden biri. Bununla birlikte bir de geçici maddeler var. Zurnanın zırt dediği yer de orası. 1974’ten sonra bir Barış Anlaşması imzalandığı ve ateşkes süreci hukuken devam ettiği sürece bu maddeler geçerli. Bütün bu tartıştığımız olaylar, aktörler ve gariplikler ise geçici 10. Maddeyle ilgili. Özetlersek, buna göre KKTC Polis Teşkilatı GKK’na yani Kıbrıs Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı. GKK ise TC Genelkurmayı’na. Bu başlı başına bir garabet. Şimdi tartıştığımız meselenin kovuşturulması, bir sonuca bağlanması da bu yüzden mümkün değil.
Kıbrıs Türk Halkı’nın ve KKTC’nin çok derin sorunları var. Türkiye’nin de öyle. İki taraf arasındaki ilişki asimetrik. Türkiye KKTC’ye her bakımdan hâkim. Diğer yanda Kıbrıs Rum Yönetimi ve AB var. Bu iki güç odağının bir gece ansızın Kıbrıs Türkleri üzerinde hakimiyet kurmaları ne olası ne olanaklı. Kaldı ki, o senaryonun Kıbrıs Türkleri’ni bugünden çok daha iyi bir yere taşıyacağı da çok şüpheli.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.