BBC
Dünya ekonomisinin yeni bir yavaşlama dönemine girdiği, hatta bir resesyon olasılığının konuşulduğu günlerde Türkiye ekonomisinin bu resesyondan kısa sürede çıkabileceğini söylemek hiç de kolay değil.
Birçok ekonomistin, yorumlarında görülen bu kötümserlikte Türkiye ekonomisinin yapısal özelliklerinden kaynaklanan sorunlar ile gittikçe olumsuz yönde gelişmesi beklenen dış dinamiklerin sınırlayıcı etkileri arasındaki ilişkin önemli bir rol oynuyor.
Bir diğer etken de hükümetin ekonomi politikalarına, ekonomik verilerin hazırlanmasındaki yöntemlere güvensizlik ve dış ilişkilerde artan belirsizliklerin uluslararası yatırımcıların risk algısı üzerindeki olumsuz etkileri.
Bu bir başlangıç mı?
Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) son verileri, ekonominin 2018 yılında yüzde 2,6 büyüdüğünü söylüyor.
Bu oran ülkenin nüfus artışı göz önüne alındığında aslında reel olarak bir daralma anlamına gelir. Dahası TÜİK verileri 2018'nin üçüncü ve dördüncü çeyrek dönemlerinde ekonominin sırasıyla yüzde 1,6 ve 3 oranlarında daraldığını gösteriyor.
Bir ekonomi üst üste iki üç aylık dönemde negatif büyüme sergilerse resesyona girmiş olarak tanımlanacağından Türkiye ekonomisinin bir resesyona girdiğini kabul etmek gerekiyor.
Bir resesyonun uzaması, işsizlik oranlarında hızlı artışlara yol açmaya başlaması durumunda dönemsel değil de, yapısal nedenlerden kaynaklandığını görmek, giderek bir ekonomik krizden söz etmek gerekiyor.
Bir yaklaşım (ki bunu ekonomi yönetimi benimsiyor) "en kötüsü geride kaldı" diyor. Bu yaklaşıma göre resesyon devam etmeyecek, bir ekonomik kriz durumu da söz konusu değil.
Bir diğer yaklaşıma göre (ki bunu da yerli ve yabancı birçok ekonomist ve ekonomik analiz kurumu benimsiyor), ekonomi henüz daralma sürecinin başında; 2019 boyunca ekonomik koşullar giderek daha da bozulacak.
TÜİK'in büyüme oranlarını hesaplamakta kullandığı "yeni" model de birçok ekonomist tarafından gerçekçi bulunmuyor; modelin siyasi yönlendirmeye açık olduğu düşünülüyor. Kimi ekonomistlerin kronik yapısal sorunlara dikkat çekiyor olması da akla "kriz" kavramını getiriyor.
Ekonomik daralmanın arkasındaki dinamiklere bakınca, kaçınılmaz olarak ikinci yaklaşıma hak vermek gerekiyor.
"En kötüsü geride kaldı" diyen yaklaşım 2018 yılındaki yüzde 2,6 büyüme oranını öne çıkartmak istiyor. Ancak, ekonominin diğer verilerine bakınca, "bu büyüme nereden kaynaklandı? İki dönem negatif büyüme geride kalabilecek mi?" sorularına cevap vermenin kolay olmadığı anlaşılıyor.
Örneğin veriler, 2018 yılında elektrik üretiminde, tüketici talebinde, tüketici kredilerinde ve bireysel kredi kartı kullanımında, özel sektör banka kredilerinde, vergi gelirlerinde değişik, ancak belirgin oranlarda daralmalara işaret ediyor.
Bu durum, yüzde 2,6'lık büyüme oranın üzerine bir soru işaret koyarken, resesyonun geride kalacağına ilişkin iyimserliği desteklemiyor.
Özel sektör bankaların, kredi faizleri yüzde 40 dolayında dolaşırken bile kredi vermekteki isteksizliklerine karşılık, kamu banklarının düşük faizle kredi vermesi, ekonomiyi canlandırmaya yetmediği gibi, kamu bankalarının mali dengelerini bozuyor, kamu maliyesinin yükünü ağırlaştırıyor.
Bu koşullarda ekonomik büyümeyi bir ölçüde açıklayabilecek ve sürdürebilecek en önemli kalemin ihracat performansı olduğu anlaşılıyor. Ancak birçok ekonomist, bu konuda da iyimser değil.
İhracatın en önemli sektörlerinde üretimin yüzde 60 dolayında ithalata bağımlı olduğunu, ithalatta belirgin bir gerileme yaşandığını düşününce şöyle bir sonuca ulaşmak kaçınılmaz oluyor:
Bu ihracat artışı, üretimi arttırarak değil, Türk lirasının değer kaybından yararlanılarak "stokların" eritilmesiyle, bir anlamda değer kaybı göze alınarak yapılıyor.
O zaman da Çetin Ünsalan, Mustafa Sönmez gibi iktisatçıların sorduğu şu soru gündeme geliyor: "Stoklar tükenince ne olacak?"
Bu ortamda enflasyon hız kesmezken, Türk lirasının dolar ve euro karşısındaki değer kaybı yeniden hızlanmışken, ekonomi yönetimi uluslararası yatırımcılara güven verecek bir ekonomik program üretemezse, bu soru yerel seçimlerin ortamı geride kaldığında daha da bir önem kazanacak.
Ekonomi yönetimi, ihracatın ithalata bağımlılığı, ekonominin iç tüketimi ve yatırımları destekleyebilmek için kronik dış kaynak gereksinimi gibi yapısal sorunlarını çözmeye yönelik bir program üretemezse, artık krizden söz etmeye başlamak gerekecek.
Böyle bir programın ülkenin siyasi dengelerini bozma, yönetimin toplumsal desteğini daha da zayıflatma olasılığı, Türkiye'ye bakan uluslararası yatırımcıların risk algısını olumsuz yönde etkileyebilecek.
Bu yüzden, Türkiye ekonomisinde başlayan resesyonun geleceği, uzunluğu ve derinliği üzerinde düşünürken ekonominin dış kaynak girişine duyarlılığını, en önemli ihracat piyasalarını göz önüne alarak, dünya ekonomisindeki gelişmeleri de hesaba katmak gerekiyor.
Ne yazık ki, dünya ekonomisindeki gelişmeler, Türkiye ekonomisinin biran evvel yeniden büyümeye başlamasına yardımcı olacak gibi görünmüyor.
Yavaşlama mı, resesyon mu?
UCLA Anderson Forcast'ın (ekonomik tahminler) üst düzey ekonomistlerinden David Shulman CNBC'nin ekonomi programına konuşurken "bir yıl önce senkronize bir küresel ekonomik büyüme bekliyorduk. Şimdi senkronize bir yavaşlama bekliyoruz" diyordu.
Gerçekten de önde gelen ekonomistler, fon yöneticileri, şirket müdürleri arasında yapılan anketler, küresel ekonominin geleceğine ilişkin beklentilerin 2018 yılının sonuna doğru, olumsuz bir yönde değiştiğini gösteriyor.
Bu bağlamda The Independent'ın Ekonomi editörü Josie Cox'un 23 Şubat tarihli yazısında aktardıkları oldukça önemliydi.
Bank of America Marrill Lynch'in dünyanın en etkili yatırımcıları arasında yaptığı son aylık anket, bunların, 2019 yılı için popülizm, Brexit, ticaret savaşları hatta terör saldırılarından önce bir resesyon riskinden korktuklarını gösteriyormuş.
The Conference Board adlı araştırma kurumunun küresel şirketlerin en önde gelen 1400 lideriyle yaptığı anket, son bir yılda beklentilerin, 2019 yılında bir resesyon olasılığı yönünde değiştiğini gösteriyormuş.
Financial Times'dan Gavin Davies de 22 Şubat tarihli yazısında gelişmiş ekonomilerde büyüme hızının kasım ayında yüzde 2.3'den Şubat ayında yüzde 0.8 gerilemesinden hareketle resesyon beklentilerinin güçlendiğine işaret ediyordu.
Resesyon beklentilerinin arkasında dünya ticaretinde belirginleşmeye başlayan yavaşlama eğilimi önemli bir rol oynuyor.
Wall Street Journal, Hollanda Ekonomik Politika Analizi kurumunun verilerinin 2018 yılı sonunda dünya ticaretinin yavaşladığını gösterdiğini aktarıyordu. Toplam dış ticaret hacmi büyüme hızı 2017 yılında yüzde 4,7'den 2018 sonunda yüzde 3,3 düzeyine gerilemiş.
Küresel ticaretin, dünya ekonomisinin performansı ve geleceği açısından en önemli göstergelerden biri olan Balkan Dry Index'de (BDI) Ağustos 2018'de 1800 düzeyindeyken 2018 sonunda 1400'e gerilemiş, sonra adeta çökerek bu yazının yazıldığı günlerde 600 düzeyine inmişti.
BDI, buğday, kömür, demir çelik, çeşitli mineraller gibi "kuru" malların ticaretinde deniz nakliyat fiyatlarını izliyor. Bu tür temel mallara talep güçlüyse nakliyat fiyatları artıyor, indeks yükseliyor. Talep düşmeye başlayınca nakliyat fiyatları ve de indeks düşüyor.
Bir anlamda ekonomik canlılığı ölçtüğünden, BDI, ekonomik yavaşlamayı önceden haber veren bir indeks, adeta "madendeki kanarya" gibi de görülebiliyor.
Örneğin BDI, 2008 yılında yüzde 94 gerileyerek aniden 600 düzeyine düşmüştü. Kesin bir gösterge olmamakla birlikte, BDI'i dünya ticaretindeki olası gelişmeleri izlerken dikkate almak gerekiyor.
Resesyon beklentisini güçlendiren gelişmeler de var
Daha geniş kapsamlı bir izlenim edinmek için, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), IMF ve OECD gibi kurumların verilerine bakmak gerekiyor.
Reuters, DTÖ'nün dünya ticaretinin üç aylık performansını ölçmek amacıyla hazırladığı bileşik indeksin 96.3 ile 2010'dan bu yana en düşük düzeye indiğini aktarıyordu. Endekste 100'ün altı gerileme anlamına geliyor.
DTÖ dünya ticaretinin büyüme hızındaki beklentilerini 2018'de 3.9'den 2019'da 3.7'e çekmiş ve daha sert bir gerilemenin olasılık dışı olmadığını vurgulamış.
IMF son olarak 2019 yılı büyüme beklentisini yüzde 3.7'den yüzde 3.5'e çekmişti. Dünya ekonomisi açısından yüzde 2.5- 3 arası bir büyüme oranının resesyon anlamına geldiği düşünülürse, dünya ekonomisinin bir resesyona doğru yavaşlamakta olduğu söylenebilir.
Anımsanması gereken bir diğer ilişki de dünya ticareti yıllık büyüme hızının 2007 mali krizinden önceki dönemde, tarihsel olarak ekonomik büyüme hızının iki katı düzeyinde olduğudur. O krizden bu yana bu orana geri dönülemedi.
Son olarak, OECD'nin "Kimi riskler gerçekleşirken, küresel büyüme zayıflıyor" başlıklı raporundaki grafikler, dünya ekonomisinin büyüme hızının, Avrupa, Çin ve Asya gibi önemli ekonomik merkezlerde, ihracat hacminin 2017'den bu yana OECD ülkelerinde; iş çevreleri ve tüketici güveninin de 2018 başından bu yana gerilemekte olduğunu gösteriyor.
Bu genel verilerin arkasında daha somut olarak kimi önemli gelişme resesyon beklentisini güçlendiriyor.
Bunlardan birincisi, ABD ekonomisi yavaşlamaya başladı. Ancak, Avrupa ekonomisinin motoru, dünya ekonomisinin en istikrarlı merkezlerinden, bu nedenle de dikkatle izlenen Alman ekonomisindeki olumsuz gelişmeler çok daha çarpıcı. Mart başında yayımlanan veriler Almanya'da şirketlerin mallarına dış talebin ve sanayi üretiminin aniden sert bir biçimde gerilediğini gösteriyordu.
Financial Times'ın 14 Mart'ta aktardığına göre 2019 yılında Alman ekonominin sert bir fren yapması bekleniyor. Üçüncü gelişme de Çin ekonomisine ilişkin. Çin ekonomisi yavaşlama işaretleri verirken ithalatı hızla geriliyor; ihracatı da ocak ayında bir önceki yıla göre yüzde 20 gerilemiş.
Bunlara ek olarak, ABD, Çin ve Avrupa Birliği arasındaki ticaret savaşlarını andıran gelişmeler, bir türlü aşılamayan Brexit sorununun yarattığı belirsizlikler, son olarak Yeni Zelanda'da hiç beklenmedik biçimde patlak veren ırkçı terörizm ve bununa tepki olarak gelişebilecek yeni olaylar uluslararası şirketlerin ve fon yöneticilerinin risk algısını yatırım kararlarını etkileyebilecek.
Dünya ekonomisindeki koşullar, siyasi riskler "yükselen piyasalar" olarak adlandırılan ülkeler açısından çelişkili bir ortam yaratıyor. Ekonomik yavaşlama ortamında gelişmiş ülkelerin merkez bankaları faiz artırımına ara veriyor. Yavaşlayan ekonomilerde yatırım olanakları azaldığı için uluslararası sermaye yükselen piyasalarda yatırım alanları aramaya başlıyor.
Bu koşullarda yükselen piyasa ekonomilerinin, kısa dönemli sermaye hareketleri biçiminde de olsa uygun koşullarda dış kaynak bulma şansları artıyor. Bu sermaye hareketlerinin etkisiyle paraları, dış ticarette rekabet güçlerini zayıflatacak yönde değerlenmeye başlayabiliyor. Buna karşılık, gelişmiş ekonomilerdeki yavaşlama yükselen piyasa ekonomilerinin ürünlerine olan talebi azaltıyor, ihracat piyasalarını daraltıyor.
Dış ticaret dengeleri, üretim kapasitesi güçlü, borç yükü taşınabilir düzeyde hafif olan, siyasi riskleri düşük ülkelerin bu çelişkili ortamdan dış kaynak elde ederken, uluslararası sermaye hareketlerinden, dış ticaret ve mali dengelerini fazla bozmadan yararlanma şansları olabiliyor.
Bu bağlamda "yükselen piyasaların" oluşturduğu genel manzaraya bakınca, Türkiye'nin gerek mali gerekse de iç ve dış ilişkilerinde siyasi riskler açısında en kırılgan ülkeden biri olarak görülüyor olması, başlayan resesyonu kısa sürede, bir krize dönüşmeden aşmasına yardımcı olabilecek kaynaklara ulaşmasının hiç de kolay olmayacağını düşündürüyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.