Kıyamet sözcüğü nedense Tanzimat Devri Şairlerinden olan ve Türk edebiyatında “Şair-i Azam” yani büyük şair olarak tanınan Abdülhak Hamit Tarhan’ın ölen eşi için yazdığı ünlü “makber” şiirini; onun bir dizesinde geçen ve “ayağa kalk, diril” anlamına gelen “kıyam et” sözcüğünü ve çok gerilerde kalmış bir anımı hatırlatır bana. Bu hatırlayış da elbette ki bu şiirinden ve Abdülhak Hamit’ten az da olsa söz etmeyi gerektirir sanırım.
Abdülhak Hâmid, 1883 Ekiminde büyük elçi olarak tayin edildiği Bombay’a giderken eşi Fatma Hanım’ı da berabe¬rinde götürmüştü. Vereme yakalanmış olan Fatma Hanım’ın sağlığı burada daha da bozulunca İstanbul’a dönmek için bin¬dikleri gemide hastalığın ilerlemesi üze¬rine o sırada Beyrut’ta vali olan ağabeyi Abdülhak Nasûhî’nin evine inerler. Fatma Hanım burada ölür (21 Nisan 1885) ve bu¬raya defnedilir. Makber, Hâmid’in Bey-rut’ta kaldığı kırk gün içinde yazdığı uzun ve tek bir şiirden ibaret eseridir.
“Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı,/ Gönlüm dolu ah-uzar kaldı/ Şimdi buradaydı gitti elden /Gitti ebede gelip ezelden / Ben gittim o haksar kaldı / Bir köşede tarümar kaldı / Baki o enis-i dilden eyvah / Beyrutta bir mezar kaldı” diye başlayan uzun şiir aşağıdaki dizelerle son bulur.
“Çık Fatıma! Lahdden kıyam et,/ Yadımdaki haline devam et/ Ketmetme bu razı, söyle bir söz / Ben isterim ah, öyle bir söz / Güller gibi meyl-i ibtisam et / Dağ-ı dile çare bul, meram et / Bir tatlı bakışla bir gülüşle / Eyyamı hayatımı temam et / Makber mi nedir şu gördüğüm yer? / Ya böyle reva mı ey cay-ı dilber? ”
Yıllar önceydi.. Lise öğrencisiydim. Edebiyat en sevdiğim derslerden biriydi. Belki de hocasını çok sevdiğimin de bunda etkisi vardı. Edebiyat hocamız geçen yıl kaybettiğimiz Feriha Çürükoğlu Hanımefendi idi. Bu vesile ile onu sevgi ve saygıyla anıyor, yattığı yer nur olsun diyorum. Hoca hanımın Abdülhak Hamit’in hayatını ve eserlerini anlattığı bir ders saatiydi. Şairin, karısı Fatma Hanım’ın ölümü üzerine yazdığı makber şiirini okuyordu. Esasen bir İstanbul hanımefendisi olan Feriha hanım her zamanki gibi o güzel Türkçesi ve yorumu ile şiiri okurken kendimi dizelerin akışına, hüznüne öyle kaptırmışım ki gözerimin yaşardığının farkına varmamışım ama sevgili öğretmenim bunu fark etmiş olacak ki yanıma geldi ve “ Niye ağladığını biliyorum. Şairin dizelerdeki çaresizliği seni üzdü ama bu sadece bir şiirdir. Sen şairin durumuna üzüldün ama şiiri yazan o kadar da üzülmemişti” demişti. Sonradan şairin hayatını merak edip araştırdığımda bu cümle ile hocamın neyi kastettiğini anlamıştım. Abdülhak Hamit belli ki Fatma hanımı çok sevmiş ve o muazzam “makber” şiiriyle de onu kaybetmekle duyduğu acıyı dizelere dökmüştü ama eşinin ölümünden çok kısa bir süre sonra da yeniden evlenmişti. Hatta büyük şairin ikiden fazla evliliği de olmuştu.Hayat böyle bir şey işte..
*****
Yaratılış!.. Dünyanın, kâinatın yaratılışı… Varlıkların ve insanın yaratılışı büyük bir sır… Bu konuda araştırmacılar, bilim adamları, din adamları ne kadar araştırma yapsalar da neticede somut bilgi veremiyorlar. Bir yerde onların hayal gücü ile sınırlı kalıyoruz. Oysa insanoğlunun bilmeye ve inanmaya ihtiyacı vardır.
Son yıllarda bu konulara yönelik sayısız kitap çıktı. Aslında bu da çok ilginç… Kainat, dünya,yaratılış, öteki dünyayı merak!.. Oysa yaşayıp gidiyorduk biz kendi halimizde pek de ilgilendiğimiz yoktu bunlarla. İşimiz gücümüz yoktu da nasıl yaratıldıklarla mı uğraşacaktık? Dünyevi meseleleri hallettik de öteki dünyanın sırrına ermeye mi çalışacaktık?
2012 de kıyamet kopacak diyorlardı. Kopmadı… Aradan geçen dört yıl gibi kısa bir süreden sonra yine kıyamet senaryoları hortladı. Son zamanlarda yaşanan bir sürü nahoş olay ki, bunların başında depremler, kasırgalar, thusanamiler, küresel ısınma gibi doğa olayları ve insanın bunlara ilâve ettiği terör, savaşlar, nükleer silahlar ve türlü sapkınlıklar akıllara yeniden ayni soruyu getirdi. Saçma sapan yorumlarıyla insanları adeta dinden soğutma derecesine getiren sahte din adamlarına, sarıklı hocalara bu konuda yeniden gün doğdu. Aklın alamayacağı, mantığın kabul edemeyeceği yorumlarıyla onlar kafa karıştırmaya devam ederken bazı bilim adamları da yeniden araştırmalara başladı. Ardı arkası kesilmeyen bu olumsuzlukların dünyanın sonunu getirebileceği ihtimali varsayılarak başka gezegenlere merak daha da arttı. Kâinatın büyük sırrını çözmeye ve öteki tarafla ilgili bilgilenmeye daha çok ihtiyaç duyuldu. İnsanız ya; ümitsiz yaşayamıyoruz işte… Ölümsüzlüğe, daha doğrusu öbür tarafta da bir hayatımız olacağı fikrine inanmaya çalışıyoruz. Ebediyen yok olma fikrine tahammül edemiyoruz. Keşke gidenler bize bir haber uçursalardı da bu kadar zahmete girmeseydik. Ama onlar da vefasız… Gidiyorlar ve bizi defterden siliyorlar. Çıt yok!.. En yakın arkadaşım gitti, günlerce, aylarca yasını tuttum da bana bir kısa mesajcık bile çekmedi gittikten sonra. Denir ya “sadakatla başlayan her şey ihanetle biter” diye!. Çok doğruymuş!.
Şaka bir yana da insanoğlu dünyayı yıkılacak, yok olacak hale sokmayı da becerdi mi sonunda diye düşünmeden edemiyor insan.
Doğduğumuz günden beri dünyadaki her şeyi sömürüyoruz. Hep menfaat peşindeyiz. Doymuyoruz onun bize verdikleriyle. Hep daha fazlasını istiyoruz. Özümüz değil, egomuz ve zaaflarımız ilgilendiriyor bizi. Tükettikçe tüketiyoruz. İşte bu yüzden bazen inanasım geliyor kıyametin kopacağına.
“Kıyamet” nedir ki? Neden bu kadar ürkütüyor bizi bu kelime? Neden tüylerimiz dehşet duygusundan diken diken oluyor? Korkudan yaprak gibi titriyoruz adeta. Oysa bırakalım bu kötü düşünceleri. Geldiği gün görürüz ne melen bir şey olduğunu. Esasen biz kıyameti eninde sonunda yaşamayacak mıyız?. Kıyamet yok olmak demekse eğer, her canlının ölümü onun kıyameti değil midir?. Dünyanın kıyameti de öyle bir şey işte. Dünya ile birlikte üstündeki her şeyin yok olması. Filmciler, senaristler bol bol para kazandılar kıyamet filmleri yaparak. Daha da çok korkuttular dünyanın sefasını sürenleri, rant sağlayanları. Onlar sonsuza dek yaşayacaklarını umuyorlar çünkü. Belki de orada da sömürüyü, saltanatı devam ettirmenin yollarını bulmak içindir bu merakları.
Bazı düşünürlere göre de kıyamet yeniden dünyaya gelmek demekmiş. Ama şimdiki insandan çok farklı, arınmış, dünyevi ihtiraslardan uzak, tıpkı dünyanın ilk yaratılışında, Mu ve Atlantis’te yaşayan insanlar gibi. Muhakkak ki çoğumuz duymuşuzdur, okumuşuzdur dünyanın bu ilk yaratıldığı söylenen ama gerçekliği ispat edilemeyen kara parçalarını. Gerçekten bu kara parçaları var mıydı, insanlar oralarda yaşamış mıydı yoksa bu sadece bir efsane mi henüz bilinmemektedir.
Efsaneye göre ilk insan asırlar önce bu kıtalarda türemiş. Ve yine efsaneye göre bu insanlar zamanımızda bile hala ulaşılamamış kültür seviyesine ve teknolojiye sahiplermiş.
Aralarında hiç geçimsizlik yokmuş. Gül gibi yaşayıp gidiyorlarmış!.Tıpkı çocukken dinlediğimiz tatlı ve huzur verici masallardaki gibi.. Bu nedenden olsa gerek ki o zamana “Altın çağ” denmiş. Sonradan onlar da ihtiraslarına yenilmişler, kötülükler başlamış; Tanrı da onları cezalandırmış, “ tufan” olmuş ve bu kara parçaları suların altında kalmış. Son zamanlarda okyanuslarda bu kıtaların gerçekten var olup olmadığı konusunda araştırmalar yoğunlaşmış ve sayısız kitap yazılmıştır. Kimbilir; belki de gerçekten bu insanlar asırlar önce dünyamızda yaşamışlardı. Gerçek da olsa, masal da olsa güzel… Deniliyor ki Atlantis ve Mu’da yaşamış olan o güzel insanlar gibiler yaşayacakmış kıyametten sonra dünyada ve yeniden bir “Altın çağ” başlayacakmış.Eğer öyleyse şu kıyamet bir an önce kopsa da herkes hak ettiğini bulsa ya!..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.