“Ne doğan güne hükmüm geçer, ne halden anlayan bulunur….”
Huzursuz bir geceden sonra, günün ilk ışıklarına açılan kapıdan süzüldü usulca ve yüreğimin hüznüne karıştı şarkı. Tevekkül esintileri doldu evin her köşesine sessizce. Nasılsa doğan güne hükmüm geçmeyecekti bugün de! Kimsenin anlamasına ihtiyaç duymayacak hale gelene kadar denedim de; halden anlamalara boş verdim sonunda. Kimsenin kimseyi anlayacağı yok bu devirde. Bir fincan kahvenin kırk yıl değil kırk saniye bile hatırı sayılmıyor artık. Çıkar varsa ucunda belki bu hatırın süresi birkaç gün uzayabilir yoksa unut hatırı matırı, hatta sakın kendini iyilik yaptıklarından. Rahmetli babam hep derdi “Kime iyilik edersen ondan sakın kendini” diye. Yine de; bu dünyada insanlık adına umutlarımızı ayakta tutacak birkaç kişinin varlığına inanmak isterim.
******
Fesleğen kavurucu sıcağa denk geldi bu yaz. Bu yüzden somurttu durdu ve sonunda kurudu. Ah şu kahrolası Temmuzlar!.. Eskiden de böyle miydi bu yazlar? Değildi galiba veya ben hatırlamıyorum çok uzaklarda kalan o günleri; o yaz sabahlarını ve ikindilerini. İklim olarak hatırlamıyorum belki ama yaşanmışlıklar hep aklımda.
Anacığım ne de güzel süpürürdü evimizin toprak avlusunu o zamanlar... Önce sular, sonra süpürürdü. Kapı önlerindeki çiçekler adeta gülümserdi suyu görünce. Taze toprak kokusu dolardı her yana. Ne hoş bir kokuydu o!. Şimdilerde ilk yağmurlarla ıslanan topraktan uzak anıları çağırırcasına belli belirsiz bir koku gelse de o kokuyu o günlerle özdeşleştirememek üzüyor beni. O koku artık ince bir sızı eşliğinde eski günlere; şimdi hayatta olmayan sevdiklerime götürebiliyor ancak düşüncelerimi.
Yaz günleri o zaman da o kadar sıcak mıydı? Hatırlamıyorum da, Baf Kasabasının Aşağı bahçeler semtindeki evimizi; incir ve dut ağaçlarıyla dolu bahçemizi, hele konu komşu toplanıp “kral mezarları” yakınlarındaki denize olan neşeli yolculuklarımızı ve deniz serüvenlerimizi hep hatırlarım. İnsanın doğup büyüdüğü yerleri sadece hayallerinde yaşaması o kadar acı ki; bunu ancak mecburi terk edişlere maruz kalanlar bilir.
******
Temmuz aslında çok özel bir ay. Bir yandan denizi, kumsalı, güneşi, tatili ve hercai yaz aşklarını çağrıştırırken bir yandan da bu romantizmi kanla, yangınla, toz ve barut kokularıyla tarumar eder. Bu yüzden de ölüm kokan; adı kötüye çıkmış talihsiz bir zaman dilimidir. Bu ayla birlikte yeniden anlıyorum ki doğan güne hüküm geçmiyor. Yıllar önce de geçmediği gibi… 11 yıl önce böyle sıcak bir Temmuz gününde seyahat esnasında geçirdiği kalp kriziyle aniden kaybettiğim Salih abimi bu ayda daha yoğun duygularla hatırlarım. O kara günlerde beni yakan güneşin sıcağı değil, kalbimin yangınıydı. Yıllar içinde sönmüş görünen ama aslında hiç sönmeyecek olan öyle bir yangın ki bu… Bu yüzden hiç sevmiyorum şu Temmuzları..
Savaşı da hiç istememiştim ama bu ayda savaşlar oldu. Canlar gitti, geride kalanların canı yandı. Yerimizden yurdumuzdan olduk, defalarca göçmen olduk. Olduk da neticesi ne oldu sanki? Bu konudan gına geldi, mide bulantısı geldi, netice sıfıra sıfır elde var sıfır bile diyemiyoruz. Sıfırların çok altında, eksilere düştük. Zaman içinde coşkular, ümitler tükendi. Tevekkülle tanıştık ve dost olduk mecburen, çünkü yapacak başka bir şey yoktu. Ama en kötüsü yaşadığımız travmalardan dolayı yüzü asık bir topluma dönüştük.. Karakterlerimiz değişti, yeni yeni huylar edindik. Bencil olduk, çıkarcı olduk yalancı olduk. İnsani ilişkilerimizi unuttuk; ihaneti, acımasızlığı meziyet sayacak kadar vicdansız olduk. Çok bozulduk çok!.. Arada bu yeni kurallara uyamayanlarsa nesli tükenmiş kel aylaklar gibi kara kara düşünür olduk. Değil Kıbrıs meselesini; en az onun kadar kördüğüme dönen insan düşüncesini çözmekten aciz kalınca da kabuğumuza çekildik.
İnsanların çoğundaki bu olumsuz değişimlerin tek suçlusu savaş ve onun olumsuz etkileri midir sadece? Tabii ki değildir.
Bizim neslimizin hayatının bir özetini yaptığımda aklıma hep çocukluğumdaki tedhiş olayları, sokak çarpışmaları, kıyıda köşede öldürülenler, sokağa çıkma yasakları gelir. Daha sonra 1963 olaylarında evlerimizi bir daha dönmemek üzere terk ederek Türk tarafına göç edişimiz ve bir odacıkta, silâh sesleri ve barut kokuları arasında geçen mahrumiyet yıllarımız gelir. Daha sonrası mı?.. On bir sene dar bir alanda, tek göz odalı bir evde geçen hayatımız, derme çatma odalarda ve barakalarda geçen öğrencilik yıllarımız canlanır gözümde. Biz Kıbrıs Türk halkı olarak 1950 li yıllardan beri bunları yaşadık ama toplum yapısı bozulmak bir yana ayni gayeler için çarpan tek yürek gibiydik. Dostluk, kardeşlik, komşuluk, yardımlaşma duyguları adeta zirvedeydi. Ama ne acıdır ki o günleri yaşamayanlar, bilmeyenler, araştırıp öğrenmek yerine sadece bol keseden ahkâm kesmeyi biliyorlar şimdi.
******
1974 ten sonra bu özelliğimiz neden böyle değişti? Tam da canlarımızın güvenliğini sağladıktan sonra rahat bir nefes almamız, huzur bulmamız gerekirken neden asli ve asil değerlerimizi günden güne yitirdik? Buna cevap bulmak o kadar da zor olmasa gerek aslında. Çünkü eskiden yaşadığımız o zor yıllarda acılar da sevinçler de müşterekti. İnsanların yaşam kaliteleri o zamanki koşullarda eşitti. Hayatta kalma savaşında birlik ve beraberlik esastı. 1974 Temmuzu itibariyle Ada ikiye bölündükten ve Türkler kuzeye yerleştikten sonra o güzel duygular yerlerini menfaat ve bencillikle değiştirdi. Can korkusu kalmadığına göre birlik, beraberlik duygusuna da pek gerek yoktu. Menfaat artık ön plana geçmişti. Rum’dan kalan mallardan kim daha fazla alacak yarışı başlamıştı. Bozulmamızın ilk adımıydı o ganimetler devri. Sonradan bu çıkar hesaplarının dozu daha da arttı. Evler, bahçeler, dükkânlar, araziler o zamanın -sözüm ona ileri gelenleri ve yakınları arasında paylaşılırken, güneyde mal bırakan gerçek hak sahiplerinin mağdur edilmesi toplum arasındaki birlikteliğin ve adaletin bozulmasının ilk adımı oldu ve bu durum her gün artarak devam etti.
*****
Bazılarına göre 20 Temmuz 1974 bir barış harekâtı değil, bir işgaldi. Ben buna katılmıyorum. O zaman Ecevit ve Erbakan hükümetinin gayesi Rumların kendi arasındaki çatışmayı önlemek; onların asıl hedefi olan Enosise engel olmak ve yok edilmenin eşiğinde olan Türk halkını kurtarmaktı. Tabii ki kendi menfaatlerini de düşünecekti. Çünkü onun Akdeniz’deki tek kalesiydi Kıbrıs adası. Ama bu haklılık bizi kurtardığı gerçeğini de değiştirmez. İşler sonradan kötüye gitmiş, hatta baskı ve aşağılamanın dozu gelen iktidarlar tarafından günden güne artırılmış ve yerli Kıbrıslıların iradesine hükmedecek raddeye kadar vardırılmışsa da bu Türkiye iktidarından çok Kıbrıslıların suçudur. Bugün her şeyden şikâyet eden mutsuz bir topluma dönüşmüşsek bunun sebebini hep birileri tarafından idare edilmeye meyilli olduğumuzda, kendi ayaklarımızın üstünde durmaktaki beceriksizliğimizde, kişisel çıkarlarımızı daima toplumsal çıkarların üstünde tuttuğumuzda, temsiliyet yetkisi verdiğimiz insanların basiretsizliği ve iş bilmezliğinde aramak gerekir.
Geldikleri yeri ve kim olduklarını unutup hasbel kader iktidar koltuğuna oturmayı başaran bu zatı muhteremler her saltanatın geçici olduğunu, bir gün yeniden sıradan vatandaş olacaklarını ve insanların yüzüne bakacak yüzleri kalmamak bir yana, belki de selam verecek kimseyi bulamayacaklarını; en önemlisi her gün biraz daha çıkmaza soktukları bu adanın kendilerinin de vatanı olduğunu, nereye giderlerse gitsinler olanakları, öşürledikleri ne kadar çok olursa olsun doğdukları, yaşadıkları bu toprakları hep özleyeceklerini keşke bilselerdi. Daha da önemlisi her varlık gibi kendilerinin de ölümlü olduklarını kabullenip ona göre davransalardı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.